Dev müzeler....

Abone Ol

DEV MÜZELER, HEM DE ACİLEN?

İlkokul günlerimizden beri okuruz, duyarız "Çok okuyan değil, çok gezen bilir." Okumakla gezmek gibi aynı kategoriye sokulamayacak iki eylemin birbiriyle karşılaştırılması, bir tür yarışa sokulması oldum olası rahatsız etmiştir beni.

Gezme dediğimiz, özünde bir tür serbestliği içkin eylemin turizm adlı bir sektöre dönüştürülerek sayısal anlamda çoğaltıldığı ancak sözünü ettiğim serbestliğin yok edildiği bir sektöre dönüştürülmesi insanlığı bir örnek hale getirme yolunda atılmış önemli adımlardan biri olsa gerek. Bir örnek hale getirilen her şey gibi gezme de anlamını kaybetmiş, bir ticaret metaı haline dönüştürülmüş durumda.

***

Hâlâ anlamını koruyan geziler yapan bir dostumun yolu Sen Petersburg'a düşmüştü. Rusların kendi medeniyetlerini öne çıkaran, diğer medeniyetleri zayıf gösteren bir sergi düzenlemeleri bu şehrin dillere destan Hermitaj Müzesi'ni gezen dostumun hoşuna gitmemiş, Türklerin ve Müslümanların bir başlık olarak dahi adının geçmemesine ise oldukça içerlemişti. Kendi tabiriyle "tam bir hayal kırıklığı"na uğrayan dostum "acilen dev müzelere ihtiyaç var" diyordu kırılan hayallerini tamir edeceğini düşünerek.

Tepkim "Müze fikrinde bir sorun var gibi geliyor bana. Bize yabancı bir şey..." biçiminde olmuştu. Olmaz olaydı. Aldığım cevap adeta bir tokat gibi suratıma inmişti: "Asr-ı saadette müze yok diye mi? Roman, sinema da yoktu, ama oldu."

***

Doğrusu ben asr-ı saadette müze olup olmadığını hiç düşünmemiştim. Muhtemelen dostumun dediği gibi o zaman bir müze yoktu. O devirde Müslümanların yurdunda bir müze olup olmadığını tartışmak bile belki de abes bir şeydi, çünkü müze diye bir kavram henüz insanların dünyasında yerini almamıştı.

“Müze” kelimesinin Grek mitolojisinde “Musalar” adı verilen tanrıçalara adanan tapınak ve Atina'da Musalara ayrılan tepe, Grek pantheonun da ise, müzik ve şiir ilham eden esin perileri anlamına gelen "mouseion"dan türetilmesi onun ta antik Yunandan bu yana var olduğunu göstermiyor. 

İnsanoğlu yaşadığı her dönemde bazı şeyleri hatıra olarak saklamış, o hatıralara saygı göstermiş olabilir, ancak bunların bir gösteri malzemesi olarak kullanılmak üzere kitlelerin önüne çıkartılması çok farklı bir şey. Bu anlamda müze, 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir fenomen.

***

Benim değerli dostuma söylediğim sözlerin temelinde bu gösteri malzemesi olma yatmaktadır. Muhtemelen asr-ı saadette de sonraki dönemlerde de Selçukîlerde de Osmanîlerin 19. yüzyıla kadar geçen anlı şanlı dönemlerinde de müze yoktu, çünkü bu insanların "gösteri" diye bir derdi yoktu. Hayatı yaşıyorlardı. Geçmişe de ne bir araştırma objesi ne de şişinme vesilesi olarak değil, ibret nazariyle bakıyorlardı. 

***

Ülkemizin aydın insanlarının, özellikle de "bizi biz yapan değerler" konusunda hassasiyeti olduğunu belirtenlerin, ülkemizin geleceği ile ilgili önerilerde bulunurken "şu memlekette var, bizde de olsun" gibi kolaycı bir yaklaşımdan uzak durmaları gerektiğini düşünüyorum. Aydınımız, bir başka medeniyetin ürünü olan müzeye elin Michel Foucault'su kadar olsun eleştirel bir bakış açısı geliştiremiyorsa daha yememiz gereken ambarlar dolusu ekmek var demektir.  

***

Müzeye temel eleştirim, hayattan kopartarak gösteri malzemesi haline getirmesi. Şimdilerde "yaşayan müze" diye bir kavramın geliştirilmeye çalışılması dahi bu eleştirimi geçersiz kılmıyor.

Bizim dev müzelere değil dev insanlara, o insanların yapıp ettikleri dev iyi işlere ihtiyacımız var. Dünyanın mazlumlarına üfleyebileceğimiz soluk müzelere hapsettiğimiz ölü eşyada ve kayıtlarda değil, etten kemikten ama inanmış, ama bilinçli, ama kararlı, ama fedakâr insanların nefeslerinde saklı.

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)