24 Eylül’de  4,6 büyüklüğünde bir deprem oldu. Bunun artçıları olur ama bundan büyük olmaz dendi. 26 Eylül’de 5,8 büyüklüğünde bir deprem daha oldu. 

Benim fikirlerimi paylaşmak istediğim depremin hemen sonrası ve devamındaki tavırlarımız. 

Hepimizin birden depremi konuşmaya başladık. Halk olarak duyarlılığımız her zamankinden fazlaydı. Devlet olarak da depremin hemen sonrası ve devamında ilgi yoğundu. İstanbul Belediyesi de dahil. Her türlü ilgi üst düzeyde idi.

17 Ağustos 1999 depreminden çok farklı  bir yaklaşım vardı. Bu depremde daha hazırlıklı ve daha bilinçli idik. Öğretmenler, öğrenciler halk, devlet ve sivil örgütleri. 17 Ağustos’un çaresizliği yoktu.Öncelikle devlet ve sivil toplum örgütlerimiz vardı.  Geleceği söylenen büyük deprem için bir tatbikat niteliğinde oldu.

Ama gailesizlik  diz boyu.  Yeri belli olmayan toplantı yerleri, iletişim şirketlerinin çuvallaması, devletin harekete geçiş hızının yavaşlığı, yıllar boyu alınan tedbirlerin halk tarafından yeterince bilinmemesi. Afad’ın hizmetlerinden yeterince haberdar olunamama durumu vardı. 

Müdahale kültürü diğer alanlarımızda bu kadar da gelişmemiş.

Var olan sadece  problemin çıktığı zamanda devletin görevlileri ve krizin büyüklüğüne göre devlet erkanının kriz bölgesine ziyareti ve alınan bir takım önlemler.

Mesela tarımda;  bir yerlerde hortum, dolu, sel,  fırtına gibi afetler olunca,  çiftçiler zarar görüyor ekspertizler olay yerine gidiyor,  problemin büyüklüğüne göre devlet erkanı da olay yerine intikal ediyor, afet yeri ilanı  ve bazı tedavi usulleri,  görev tamam.
Aynı şekilde tarımda fiyat dalgalanmalarında görülüyor. Ama fiyatların arttığı zamanlarda.  Devlet  olayı afet boyutunda ele alıyor, tanzim satış yapıyor. Bakanlar bile tanzim satışta görev alacak kadar ilgili,   bazı tedbirler olay çözülmüş oluyor. Mesela fiyatlar çok düştüğünde çiftçi   iflas ettiğinde,  geçim sıkıntısına girdiğinde,  kimse ortalarda görünmüyor. Vahşi kapitalizm tüketiciyi koruduğu kadar üreticiyi korumuyor.

Aynı olay eğitimde, turizmde,sanayide, sağlıkta, medikalde,finansta, bankacılıkta, her yerde değişik türde sorunlar karşımıza çıkıyor ve acil önlemler tarzında çözümler buluyoruz.

Bir türlü  sürekli değişim, gelişim ve yaşayan bir çözüme ulaşamıyoruz. Sürekliliği olan kendi problemlerini öngören ve çözümler getiren sistemi kuramıyoruz. 

Öngörüsüz yaşam ve anlık çözümleri; sözüm ona öngörüyoruz da,   yaşamımızda içselleştiremediğimiz için,   önceden hazırlık,   maliyet ve teferruat gibi geliyor.
Hatta zor günler için hazırladığımız fonları,  anlık bazı çözümler için daha önemsiz tercihlerde kullanabiliyoruz.

Bu özel sektörde de farklı değil. İş güvenlik, sağlıklı yaşamlar, sürekli verimlilik ve karlılık  hepsi yönetici ve patronların masasında konuşulan süslü cümlelerden öte değil. Ne zaman devlet denetimi olacaksa,  tabi önceden haber mekanizması ile eksikleri tespit edip tamamlayıp, yeterli raporunu alıp bildiğini uygulama şeklinde devam eden bir yönetişim şekli.

Devlet de aynı şekilde çalışıyor. Periyodik  görevlerini sağlıklı yapmayan devlet kurumları bir yerde bir kriz oldu mu şimdi bize de sorarlar diye yattıkları erden kalkıp  göreve dönüyor. Ortalık durulunca, eski tas eski hamam. Tabi bunları harekete geçirmesi gereken kelli felli amirler de aman siciline bir şey gelmesin de ne olursa olsun. Tabi iş ahlakı ve kültürü ile çalışanları tenzih ederim.

Tabir caiz ise tam yumurta ağzına gelince harekete geçme sistemi.

Bu sistem belki normal problemlerde ve hiç problem çıkmadığında karşımıza maliyetmiş gibi görünebilir ama başımıza bir bela geldi mi acısı bütün toplumu sarabilir. Soma ve Ermenek’teki maden kazaları gibi. Soğan patatesteki  fiyat istikrarsızlığı gibi.

Halbu ki bütün bu işleri kanun ve yönetmeliklerin de bizlere verdiği yetki ve sorumlulukları tam anlayarak ve içselleştirerek,  öngörsek,     günü gününe takip etsek ve öngörüler esnasında çıkabilecek sorunların tedbirlerini alabilsek hiçbir problemimiz kalmaz.

Şimdi depremde gündeme gelen bazı otelcilik gibi, kurumsal işletmeler gibi,  düzenli yapılan mesleklerde kullanılan peryodik denetimler, ve kontrol listeleri ile her türlü eksiği fazlalığı kontrol edebilsek sürprizlerimiz o kadar az olacak.

Hele bu öngörü, tedbir ve iş disiplinini kişisel hayatımızdan başlatabilsek toplumsal olarak da muhteşem sonuçlar alırız.

Özellikle aile ve okulda çocuklara sürdürülebilir yaşam, sağlıklı yaşlanmak, sağlıklı ve güvenli yaşamı bir kültür ve sorumluluk olarak yaşamın merkezine yerleştirsek,   eminim sorunun büyük kısmını hallederiz.

Biz toplum olarak önce sorumsuz yaşamın zeminini hazırlıyoruz, sonra sorumluluğu  öğretmeye çalışıyoruz.  Hatta çok yüksek bedeller ödeyerek  deneme yanılma yolu ile öğreniyoruz.

Önce yaşam standardımızı oluşturacağı z sonra onu bir kültür haline getireceğiz.  Günlük yaşamımızın bir standardı olacak. Bunu bir kalıba girme , özgürlüğü kısıtlama olarak görmemek lazım. Başkalarının hürriyetinin başladığı yerde bizim hürriyetimizin sınırı biter. Bunu bilmek ve yaşamak lazım.

Bu kültürü toplumsal bakış açısı haline getirmek lazım.

Yoksa anlık çözümlerle, boy boy televizyonda yer alma ile kısa vadeli kahramanlıklarla bu işler çözülmez.

Bu işlerin çözümü deprem de gösterdi ki,  topyekun kültürel bakış açısı geliştirmemiz lazım. Üstelik her an yaşamımızın bir parçası olarak.

Bireyden topluma, aileden devlete.

Yoksa neyi ne zaman kazıklanarak yiyeceğimiz, hangi afetin ne zaman geleceği belli olmuyor.

Allah böyle taktir etti deyip işin içinden çıkmayalım. Allah bize kullanalım diye cüz-i irade vermiş. Kullanalım diye akıl fikir vermiş, çözmek için projeler yapalım diye izan,  feraset vermiş. Onları kullanmadan,  hiçbir mazeretimiz olamaz.

Yoksa her kriz az kişinin zenginliğini  güçlendirirken çoğunluğun cefası kendine kalır.