Sanırım 1940’lı yıllarmış. Bana anlatanlar öyle demişti. Anadolu’nun bir dağ köyünde yokluklu ama mutlu bir aile idiler. Baba biraz tembel ama dünyada bir iyi bir kötüyü taşır hesabı. Anne o kadar çalışkan ve hamarat ki deme gitsin. Ailenin üç çocuğu var köylü tabiri ile az miktardaki tarlalarını güç bela tek öküzle ekip dikiyorlar. Kaldırılan ürün ne evdeki insanların yiyeceğine ne de hayvanların samanına yetiyor. Altı ay kış altı ay yaz durmadan çalışıyorlar, elleri boşa çıkıyor, yokluk bir türlü peşlerini bırakmıyor. Yani köylü tabiri ile tıngır elek tıngır sac, elleri hamur karınları aç. Sürüp gitmekte olan bir zor hayat.

Köyleri orman köyü olduğundan bir çok köylü, bu ormanın ürünlerinden gerek davar sığır besleyerek gerekse de ormandan odun toplayıp şehirde satarak faydalanıyorlar. Evin hamarat ve çalışkan hanımı ev işlerini, tarla bahçe işlerini yaparken daha fazla gelir elde edebilmek için fırsat buldukça orman giderek odun topluyor iki merkebine yüklediği odunları şehre giden köylüleri ile indirip bir miktar paraya çeviriyor, evin ihtiyaçlarını görüyor. Bunları yaparken evin büyük oğlu olan Selim’i de yanına alıp ıssız dağlarda ondan cesaret alıyor. Selim daha henüz 10 yaşlarında bir oyun çocuğu ama köyün ovasını, dağını, taşını karış karış biliyor.

Hayat böyle sürerken evin reisi Kümük Ali namlıyla bilinen ada, vurdumduymazlığı, tembelliği, yuvasına karşı sorumsuzluğu ile maruftur. Çocukların yiyecek, giyecek mesarifi ile ilgilenmediği için eşi Hatice Hanım’ı derin düşüncelere sevk ediyordu. Aklına bin bir türlü şeyler getiriyordu. Bir gece yine bu düşünceler içerisinde evinde çocukları Selim’i ve kardeşleri Ayşe ile Nahide’yi yataklarına yatırdı. Başlarında saatlerce onların geleceğini düşünüp üzüldü kaderine. Babasına isyan etti. Çaresiz, uyumakta olan kocasına seslenip onunla dertlerini paylaşmak istedi. O yine aynı gailesiz haliyle karısına “Boş ver ülen, yat uyu her şey olur gider, tasalanma sen” diyerek geçiştiriyordu.

Hatice Hanım bir gece yine bu düşünceler içersinde ağlayarak yatağına yattı. İşte şeytanın tam aradığı buydu. Yaşlı gözlerle yatağa yatarsa insan, şeytanın insana musallat olması kolaylaşır derlerdi eskiler. İşte Hatice Hanım da o sabah yatağından biraz aklı zayi olmuş şekilde uyanıverdi. Bakınca bir şey yok gibi ama hareketleri değişikti. Bir ağlıyor, bir gülüyor ne yaptığının farkında değildi. O akıllı bilgili, çalışkan Hatice Kadın gitmiş, yerine bambaşka bir kadın gelmişti. Bunun vaziyeti köyde çabuk duyuldu. Konu komşu durur mu? Biri giriyor biri çıkıyor, kadına bakmaya geliyorlardı. Herkes duruma üzülüyor kocası Kümük Ali ise normal bir insan olmadığı için, hasta kadını dövüyor ona akıl almaz eziyetler ediyordu.

Oğlu Selim ve kardeşleri buna engel olmak için güçleri nispetinde uğraşıyorlar, çaresizce ağlıyorlar, babalarına karşı gelseler de onu durdurmaya güç yetiremiyorlardı.

Komşular toplanıp “Bu kadının bir çaresine bakalım” diye karar veriyorlardı. Tabi o yılların bu tür hastalıklarda rağbet gören tedavi şekline başvurup kendi köylerindeki ve civar köylerdeki hocalara gittiler. Her bir ağızdan bir başka ses çıkıyor ama neticeye gidilemiyordu. Hatice Kadın eriyordu. Yuva dersen perişan. Çoluk çocuk rezillik çekiyordu. Nihayet Hatice’nin annesi öldükten sonra başka bir kadınla evlenen ve Hatice’nin küçüğü olan iki oğlan kardeşini de alıp büyük şehre göçen babasına durumu bildirdiler. Baba hem kızın durumunu gözü ile görmediğinden hem de üvey ananın şerrinden olsa gerek pek oralı olmadı. Oğlan kardeşlerinden büyüğü de pek ilgilenmedi. Bir tek küçük kardeşi Halil ablasına çok üzüldü, doktorların tavsiyesi ile onu İstanbul’da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne götürüp yatırdı. Doktorlar teşhiste aşırı stres ve yorgunluktan beyinde bir tahribat oluştuğunu ve hastalığın ileri düzeyde olduğunu söylediler. Geç kalındığı içi yapacak bir şey yok dediler.

Burada birkaç gün kalan Halil yaşadığı şehre dönüp işin vahametini ağabeyine ve babasına iletiyor. Artık bir babası bir öbür kardeşi haftada ya da onbeş günde bir gelip Hatice’yi ziyaret ediyorlar ama kadının durumunda bir türlü ilerleme olmuyor.

O yatadursun biz gelelim köyde üç çocukla bir başına kalan adama. Evde ekmek yemek yapan yok, kadınsız bir ev, gailesiz sorumsuz bir baba derken daha küçücükken büyük adam olmuş Selim’i de bu yaşam etkiler. Köyde kendileri gibi fakir bir teyzeleri vardır onların zor durumlarında yetişmeye çabalar. Ama onunda başında bir sürü horanta cahil de bir kocası vardır. Yine bazı akşamları yeğenlerini evine götürüp hazırladığı sıcak çorbadan onlara tattırır.

Derken köyde bazı değişiklikler oluyor. Köylerinden Veli adında bir genç, şehirde askerlik yapmaktadır. Birlik komutanı, onların köyünde orman bol olduğu için birliğin kışlık yakacak ihtiyacı için o köylü askeri, yanına birkaç daha işe eli yatkın olan askerle köye gönderip ormandan odun toplattırıyor.  Cemse ile gelen askerler, cemse dağ bayır çıkmayınca kendi bildikleri usulle merkeplerle ihtiyaçları gideriyorlar.

Aylardır anacığından haber alamayan Selim bir gün bahçelerden topladığı ekşi tavşan başı elmaları cemselerin yanına varıp askerlere ikram ediyor ve onlarla kısa zamanda dostluk kuruyor. Selim yakınlarındaki bir köyde üç sınıflı okulu başarı ile bitirmiş okuryazarlığı var hem de çokbilmiş bir genç oluyor. Her gün köyden yetişme elma ve kayısıları askerlere ikram eden Selim onların sevdiği birisi oluyor. Ara sıra onlarda kumanyalarında bulunan Selim’in hiç görmediği bilmediği şehir helvasından verip onu gönüllüyorlar.

Bir gün selimin konuştuğu askerlerden birinin İstanbullu olması Selimi çok heyecanlandırıyor çünkü anasının İstanbul’da bir hastanede yatmakta olduğunu çok iyi biliyor Selim. İstanbullu askerin adı Turgut’tur. Turgut ağabeyi ile samimiyeti günden güne ilerleten Selim, ona kendisini arabası ile şehre götürmesini söyler ama Turgut emir altındadır bunu kabul edemez. Köylüsü olan ve odun işlerini ayarlayan tüfekçilerin oğlu asker arkadaşı Veli’ye duyurur. O da “Sakın ha Turgut, başına bir şey gelirse sorumlusu biz oluruz. Devletin elinden kanunlardan kurtulamayız” der. O da Selim’i şehre götürmeye razı olmaz ve çeşitli bahaneler ile oyalar çocuğu. Selim ise kafaya koymuştur mutlaka yapacak hasretine dayanamadığı anacığına bir şekilde ulaşacaktır. Böyle bir imkân varken onu mutlaka kullanmam lazım der, kendi kendine. Bir gün akşamüzeri vasıtalar köyden ayrılacağına yakın köyün altına inerek cemselerin geçeceği yolun bir kenarına gizlenip Turgut ağabeyinin aracının gelmesini bekler ve o cemse geçerken yolun bozuk oluşu nedeniyle daha sürat almamış cemseye arkasından binerek odunların arasına gizlenir. Aracındaki çocuğun varlığından haberi olmayan Turgut şehre yaklaştığı sırada arabada meydana gelen bir arızadan dolayı yol kenarında durunca şehre geldiklerini zanneden Selim arabadan inerek Turgut’un yanında beliriverir. Karşısında bir anda Selim’i gören Turgut adeta hayal görmüş gibi sağa sola bakınarak şaşkın bir vaziyette “Ne yaptın Selim? Yahu sen beni yaktın” der sadece. Olan olmuştur artık, Selim’i birliğin yakınlarına kadar getirip orada bir yerde beklemesini söyler ve akşam evine gidecek olan sevdiği bir komutanına durumu anlatır. Selim’i evine götürüp sahiplenmesini ister. Komutan Selim’i evine götürüp sabah kadar derdini dinler. Bir hal çaresi ararlar.

Gece boyu çocuğa “İstanbul’a gitme, yazık olur sana, başına kötü işler gelir, gel yarın köyüne göndereyim” dediyse de bir türlü kararından Selim’i vazgeçiremez. Komutan onu ikna edemeyeceğini anlayınca yüreği acır ve eşinin de teşviki ile Selim’in eline para verip eşine döner “Yarın bunu garaja götür, biletini al İstanbul’a gönder” der ve her ikisi için de durum zararsız kapanmış olur. (Devamı haftaya)