Tek parti döneminde halka maddi manevi bütün zulümleri reva gören, dünyada emsali zor görülecek şekilde Türk Milleti’ni dinine, tarihine ve bütün manevi değerlerine düşman eden, bize ait, bizim kültürümüze ait ne varsa hepsini değiştiren CHP zihniyeti dün neyse bugün de aynıdır.

Daha önce CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın okul öncesi Kur’an Kursları için açıklamalar yapmış, skandal ifadeler kullanarak Diyanet’in okul öncesi eğitimi için “Ortaçağ zihniyeti” demişti.

Geçtiğimiz günlerde de CHP İzmir milletvekili Kani Beko, “Köylere kadar inip Kur’an Kursu açan, 4-6 yaş arası çocuklara musallat olan orta çağ zihniyetine sahip bu yönetime millet sandıkta dersini verecek" ifadelerini kullandı.

CHP’nin önde gelen iki farklı yetkili kişi, Kur’an Kursları için “orta çağ zihniyeti” diyorsa ve bu sözlere CHP Genel Başkanı’ndan bir açıklama gelmiyor ve bu kişiler aynı görevlerini sürdürüyorlarsa CHP’nin zihniyeti dün neyse bugün de aynıdır demektir.

Diğer yandan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı CHP’li Tunç Soyer, İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümünde yaptığı konuşmada, İzmir’i işgal eden Yunan’ın adını bile ağzına almazken sadece Osmanlı’ya çatması, CHP zihniyetini bir kere daha ortaya koydu.

Tunç Soyer, "Yüz yıl önceydi. Bu toprakları yönetenler, gaflet, delalet hatta hıyanet içindeydi. Gençleri, kadınları, çocukları, geleceği hiç düşünmediler" diyerek Osmanlı'yı hain ilan ederken konuşmasında işgalci Yunan'ın adını dahi geçirmedi.

Bütün bu gelişmeler, CHP zihniyetinin geçmişte olduğu gibi bugün de dinimize ve tarihimize karşıtlığının devam ettiğini gösteren önemli göstergelerdir.

Tunç Soyer’in Osmanlı’nın son dönemindeki yönetimini hain olarak yaftalaması bazı tartışmaları da beraberinde getirdi. Osmanlı’nın son Padişahı Vahdettin’in hain olup olmadığı tartışmaları halen sürüyor. Vahdettin’le bağlantılı olarak Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilişi de tartışmalar içinde yerini almış durumda…

Bu konularla ilgili daha önce yayımlanan ‘1876’dan Bugüne Siyasi Faaliyetler, Darbeler, Muhtıralar’ kitabımda verdiğim bazı bilgileri aktarmak istiyorum.

Sultan Vahdettin saltanata geçtiğinde I. Dünya Savaşı’nın korkunç neticeleri alınmak üzereydi. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imza edilerek, Birinci Dünya Harbi mağlubiyetimizle bitti. Vahdeddin Han bu mütarekeye imza koyan delegeleri kabul etmedi. Mütarekeden hemen sonra Osmanlı Devleti’ni sebepsiz yere savaşa sokan, milyonlarca vatan evladını cephelerde eriten Talat, Enver ve Cemal Paşalar yurt dışına kaçtılar. İttihatçı liderlerin baskısından kurtulan Sultan Vahdeddin’in elinde ancak düşmanlara teslim edilmiş bir ülkeyi idare etmek kaldı.

Araştırmacı-Yazar Vehbi Vakkasoğlu, Timaş Yayınlarından 1990 yılında neşredilen "Son Bozgun" adlı araştırmasının birinci cildinde, Mareşal Fevzi Çakmak'ın ağzından Vahdeddin'in Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya Milli Mücadele’yi başlatması için gönderdiğini yazar. Hatta Mareşal'in bu olayı uzun yıllar sır gibi sakladığını söyler. Kitapta yer aldığına göre Fevzi Çakmak Paşa, eşi Fitnat Hanım'a "Fitnat. Öyle bir şey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeğe." Fevzi Çakmak Paşa'nın Fitnat Hanım'a anlattıkları söz konusu kitapta şöyle yer alır:

"Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdeddin beni huzuruna kabul etti.

‘Paşa, durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu'da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu'da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin’ dedi.

Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:

“Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?”

"Haşa Padişahım."

"Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?"

"Haşa Padişahım."

"Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?"

"Hayır efendim. O bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir."

"O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?"

Hiç düşünmeden cevap verdim:

"Padişahım, Mustafa Kemal Paşa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır."

Padişah elindeki kâğıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı... Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek:

"Paşa, Paşa... Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun... Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa'yı göreceğim."

Sultan, Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndermeye karar vermiştir.

Mustafa Kemal, Samsun’a hareket etmeden bir gün önce, 15 Mayıs 1919 tarihinde Yıldız Sarayı’na giderek Padişah Vahdettin’le görüşmüştür.

Atatürk, bu görüşmenin detaylarını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay’a anlatmıştır:

Şimdi Atatürk’e kulak verelim: “Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Topları sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için başımızı sağa sola çevirmek yeterliydi. Vahdettin, unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

‘Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini kitabın üstüne bastı ve ilave etti.) tarihe geçmiştir. (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum). ‘Bunları unutun’ dedi. ‘Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!”

Bu görüşmeden sonra Mustafa Kemal Paşa büyük yetkilerle ve büyük imkânlarla Anadolu’ya gönderilir. Anadolu'ya giden heyet İstanbul'un tam desteği ile gitti. Sultan Vahdettin, Anadolu harekâtına el altından desteğini sürdürdü. İstanbul'dan silah, para, mühimmat ve insan gücü göndertti. Öyle ki, Hilal-i Ahmer Cemiyeti çeşitli yardımlar adı altında topladığı paraları ve muhtelif malzemeyi bir şekilde Anadolu'ya ulaştırıyordu. Bu imkânlarla Milli Mücadele başladı. Anadolu harekâtı İstanbul'un verdiği destekle teşkilatlanmasını sürdürmüştür, fakat bir anda İstanbul'a karşı bir tavır içine girmeye, padişahı dışlamaya başlamıştır.

1 Kasım 1922 tarihli kararla Osmanlı saltanatı lağvedildi. İki sene sonra da Hilafet kaldırılarak Osmanlı Devleti'nin bütün resmî devlet hukuku tarihe intikal ettirildi (3 Mart 1924).

Hilafetin ilgası kararı ile Osmanlı hanedan mensupları da sınır dışı edildi.

16 Kasım 1922 tarihinde Yıldız Sarayı’na çıkarak Sultan Vahdeddin’le görüşen ve saltanatın Meclis tarafından lağvedildiği tebliğini padişaha ileten Refet Paşa (Bele) idi.

Refet Bele şöyle anlatıyor: “Bacak bacak üstüne attım, bacaklarımı sallarken neredeyse ayağımın ucu Vahdeddin’in burnuna değecekti.” Refet Bele böyle bir vaziyette Padişaha; “Halife hazretleri saltanat kaldırıldı, bu ülkeden gitmelisin” der.

Vahdeddin, Refet Paşa’ya “Paşa, bu vatana ihanet ediyorsunuz. Saltanatsız bir hilafetin, hanedanın en aciz bir ferdi tarafından bile kabul edilmeyeceğinden emin olabilirsiniz. Gitmem. Burası benim ülkem. Ceddimin arasında bu ülkeyi terk eden yok. Ben de terk etmem, burada ölürüm” cevabını verir.

Refet Bele bunun üzerine tehditle karışık: “Bu ülkeden git, hayatın tehlikede. Ayrıca halk, saltanatçılar ve cumhuriyetçiler olarak ikiye bölündü. Bunlar birbirlerini vuracaklar. Git, bir süre sonra yine gelirsin” der. Bu görüşmeden sonra da tehditler devam eder ve Vahdeddin han, hicret niyeti ile gitmeye karar verir.

Naşit Hakkı Uluğ, “Halifeliğin Sonu” adlı eserinde Refet Bey’in şu sözlerine yer verir. “Eğer biz padişahı hapis veya idam etseydik, halk zamanla onu mağdur olarak görecek ve bizleri haksız kabul edecekti. Kaçan bir padişahı halkın asla affetmeyeceğini, eğer kaçtığı gün askeri bir müdahale yaparsak da devletin başına iş aşacağını düşündük, onun için kendisinin gitmesini sağladık” diyerek olayın arkasındaki niyeti açıklamıştı.

Eğer Sultan Vahdettin, gitmemiş olsaydı, Ankara hükümeti onu ya zorla gönderecek veya öldürtecekti. Bu her iki durum da Ankara'nın başını ağrıtacak, işini zora sokacaktı. Bu sebeple zorlamalar, baskılar ve tehditler ile kendisinin gitmesi sağlandı. Bütün bu sebepler ve gelişmeler bir arada düşünüldüğünde Sultan Vahdeddin’in kendi isteğiyle gitmemiş olduğu, gitmeye mecbur edildiği rahatlıkla anlaşılabilir.

Sultan Vahdettin'in yurt dışına çıkarken, devlet malından yanına tek bir parça dahi kıymetli eşya almadığı, taraflı tarafsız herkesin ortak beyanıdır. Sultan Vahdettin, bir sonbahar günü, doğup büyüdüğü vatan toprağından, bir daha dönmemek üzere ayrılırken, devletin malı olan ve Topkapı Sarayı’ndaki değerli mücevherlerden bir tekini bile yanına almamıştır. Onun ne kadar dürüst ve şerefli bir insan olduğunu Mustafa Kemal bile doğrulamaktadır.

Vahdettin'in ölüm haberini duyan Mustafa Kemal şöyle demiştir: "Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi, Topkapı Sarayı'nın bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup dönerdi ki…"

O milletin malına dokunmadı, ömrünün yurt dışında geçen zamanları sefalet ve büyük sıkıntılar içinde geçti. Vatanı için kendisini feda etti. Giderken son sözü şu olmuştur: “Ben yandım, ülkem kurtuldu. Vatan sağ olsun.”

Sultan Vahdeddin’in, Anadolu’ya göndermek için Mustafa Kemal Paşa’da ısrar etmesi ve büyük imkânlar vererek, büyük yetkilerle donatarak Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndermesi, Osmanlı Devleti’nin yerine yeni bir devletin yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin doğmasının ilk adımı olmuş, Sultan Vahdeddin’in o zaman söylediği “Memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun” sözü gerçek olmuştur.

Sultan Vahdettin’in, Mustafa Kemal Paşa’da ısrar etmesini, M. Ertuğrul Düzdağ’ın hazırladığı Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralar kitabında da görebiliyoruz.

Bu kitapta Ali Ulvi Kurucu, Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile yaptıkları sohbeti anlatır. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, bu konuda Padişah’la yaptıkları görüşmeyi, Ali Ulvi Kurucu’ya şöyle anlatır:

“Padişah devamlı şöyle diyordu: “Efendi Hazretleri, vaziyet belli. Ben vatanımı kurtarmak istiyorum. Öyle anlaşılıyor ki siz, saltanatımın tehlikeye düşeceğinden korkuyorsunuz.”

Bunun üzerine ben şöyle dedim: “Efendim, benim endişem sizin saltanatınız değildir. Bendeniz din gider diye korkuyorum. Saltanat giderse yerine bir saltanat gelir ama din giderse yerine bir din daha gelemez. Eğer mutlaka bir asker gönderilecekse başka birini bulalım. Bana da söz hakkı tanıyın. Siz bu dinin halifesi, ben de şeyhülislâmıyım. Din cihetinden sizin kadar ben de mesulüm.”

Padişah’ın, Mustafa Kemal’e tam itimadı vardı. Bana şöyle dedi: “Yanlış anlıyorsunuz. Suizan ediyorsunuz. Benim onunla teşrik-i mesaim oldu. Fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Orduda bizi anlayan, Memleketin dertlerini bilen bir insan. Âteşin bir zekâ, âteşin bir zekâ…”

Vakit hayli ilerlemişti. Ben son olarak şöyle dedim: “Padişahım, Aleyhissalât-ü Vesselam Efendimizin Veda hutbesindeki son sözleri malumunuzdur. (Burada Efendimizin adı geçince Padişah’ın gözlerine yaşlar dolar) Ben de O’nun; “Allah’ım tebliğ ediyorum. Ruhumun feryadını, imanımın sesini, insanlığa tebliğ ediyorum” dediği gibi vazifemi yaptım. Son söyleyeceğim söz budur.”

Padişah bu sözlerim üzerine müteessir oldu ve şöyle dedi: “Evet gayemiz bir ama görüş ayrılıklarımız var.” Yanından ayrıldığımda horozlar ötüyordu. Daha sonra bazı hatıralarımı yazmış, adını da ‘Olanlar Oldu Bize’ koymuştum. Hatıratta Padişahla aramızda geçen bu konuşmaya da şu notu düşmüştüm: “Şimdi İtalya’da sürünen Padişah horozları dinlediği kadar beni dinlemedi. Fikir ayrılığı deyip geçiştirdi. Ne dediysem dinletemedim.”

Bu olaylar, Vahdettin’in hain olmadığını blakis tam bir vatanperver olduğunu, vatanın kurtuluşu için kendi saltanatını feda ettiğini oryaya koymaktadır. Vahdettin’e İngilizlerin adamı diyenler şunu da bilmelidirler. İngilizler saltanat ve hilafeti kaldırtmak için ne gerekiyorsa yapıyorlardı. Vahdettin, İngilizlerin adamı olsa idi saltanatı ve hilafeti onların isteği doğrultusunda hemen kaldırırdı. Saltanatı ve hilafeti Vahdettin kaldırmadığına göre, “Vahdettin İngilizlerin adamıdır” demek boş bir söylentiden ibarettir.

Sonuç olarak CHP zihniyeti din ve tarih düşmanlığında aynı yerde durmaktadır. Sağlıklı ve mutlu yarınlar efendim.