İslam Tarihi inandığı hakikat uğruna kanını, canını, malını ve tüm varlığını feda eden dava erleriyle doludur.

Her  dönemde ayrı bir mümin bu davanın bayrak taşıyıcısı olmuş olmakla birlikte kendi varlığından vazgeçerek İslam davasının bugünlere gelmesine vesile olmuştur.

Her çağda farklı bir yürek, Din-i Mübin-i İslam’ı davası, hakikati bilmiş ve hakikati uğruna bir dizi fedakârlık örneği sergilemiştir.

Bu yüreklerin isimleri kimi zaman Hz. Ebubekir (R.A), kimi zaman Hz. Ömer (R.A), kimi zaman Hz. Osman (R.A) , kimi zaman Hz. Ali (R.A), kimi zaman Hz. Hamza (R.A), kimi zaman Hz. Hüseyin (R.A)  olsa da hepsinin ortak noktası göğüs kafeslerine sığmayan ve çağlayan iman dolu kalpleri olmuştur.

Daha sonraki zamanlarda değişik coğrafyalarda, değişik milletlerden İslam davasının ihlaslı, halis niyetli, istikamet sahibi devlet adamları, komutanlar, âlimleri, öncüleri olmuştur olmaya da devam edecektir.

Her biri hayalleri, tahayyülleri ve biricik İslam Davaları için serden geçerek çalışmakla birlikte tek gaye olarak Allah’ın rızasını gözetmişlerdir.

Hiç şüphesiz Hz. Muhammed’i (S.A.V) davasının merkezine yerleştirmeyen hiçbir hareket başarıya ulaşamamıştır, ulaşamayacaktır. Zira bu davanın ilk sahibi Hz. Muhammed (S.A.V)  olmakla birlikte cennetle müjdelenmiş ilk nesildir.

 Onların kurduğu bu medeniyet bin dört yüz yılı aşkın bir süredir hala hissedilmekle birlikte yedi kıtada farklı gönüllerde varlığını idame ettirmeye devam etmektedir.

***

Cenabı-ı Hak; insanlığa rehber olmak ve onlara doğru bulmaları için, peygamberler ve kitaplar göndermiştir.

Kur’an-ı Kerim, Cenabı-ı Hakk’ın insanlığa son hitabı ve son çağrısıdır. Onun tebliğcisi de Hâtemü’l Enbiyâ, Peygamberlerin Sonuncusu Fahri-i Kâinat (S.A.V)  Efendimizdir.

Peygamber Efendimize, ilk vahye dilen ilâhî talimatlarda, tebliğ vazifesi şöyle bildirilmişti:

“Kalk ve uyar!” (Müddessir, 2)

“Yakın akrabalarını uyar!” (Şuarâ, 214)

Fahri-i Kâinat Efendimiz, büyük bir iştiyak ve mesuliyet şuuru ile tebliğ vazifesine başladı. Kendisine az sayıda insan iman etmişti. Akrabalarından ve kavminden birçoğu O’na şiddetle karşı çıkıyordu.

Mekkeli müşriklerin Peygamber Efendimize (S.A.V) yaptıkları tertip, eziyet ve işkencelerin hiçbiri Resul-i Ekrem Efendimizi (S.A.V) İslam’ı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu.

Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Talib'e gelerek;

Ey Ebû Talib; “yeğenin putlarımıza ve dinî inançlarımızı kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil." dediler.

- Ebû Talib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi! Hangisini tercih edecekti?

Sonunda yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.

İlk şikâyetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Talib'e tekrar başvurdular:

"Ey Ebû Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla itham etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da seninle de çarpışırız."

Ebû Talib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı. Kavmi tarafından terk edilmek istemezdi. Ama yeğeni Kâinatın Efendisi (S.A.V)'den de vazgeçemezdi. O halde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, Resul-i Ekrem’i (S.A.V) yanına çağırarak "Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana ârzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç." dedi.

Durum oldukça nazikti. Bir bakıma o güne kadar kavmi içinde kendisine yegâne hâmilik eden Ebû Talib'di. O da mı himâyeden vazgeçecekti?

Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebiyi Ekrem Efendimiz (S.A.V), bir müddet mahzun mahzun düşündü. Sonra, hakiki muhafızının Cenabı Hak olduğunu bilmenin gönül rahatlığı içinde amcasına cevabı kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu:

"Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm."

Yıkılmayan bir iradeye sahip Resul-i Kibriya (S.A.V)'in davasını haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Talib; "Yeğenim benim," diyerek boynuna sarıldı ve "İşine devam et, istediğini yap. Vallahi, seni asla herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim." diye konuştu.

Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Talib'in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar.

Peygamber Efendimizin ilk vahiyden itibaren 23 yıllık peygamberlik hayatının tamamı çağlara ve nesillere örneklik teşkil etmektedir. İşte günümüzde dâhil olmak üzere kendini dava adamı olarak nitelendiren kimselerin bu örnek hayatı kendine rehber edinmesi oldukça elzemdir.

Zira İslam Davasının bir ferdi ve taşıyıcısı iddiasındaki kimselerin bu örnek hayattan bağımsız bir hayatı tercih etmek gibi seçeneği asla söz konusu olmamalıdır.

Yani dava adamı olma iddiasının baş göstergelerinden birisi Hz. Muhammed’in (S.A.V) sünnetinin rehber edinilmiş olup olmamasında gizlidir.

Bu bağlamda sünnetten bağımsız bir İslami hareketin asla başarıya ulaşamayacağı bir kez daha vurgulanmalıdır.

Sadece yaşamak için değil yaşatmak için var olmalı dava. Dava adamı arkasındakilere takılıp kalmamalı her daim önünde iz bırakanlara bakmalı. Önünde Hz. Muhammed’i (S.A.V) görmelidir.

***

Günümüzde dava adına bazı söylemler, eylemler ile karşı karşıya kalmaktayız. Her siyasi partinin, cemiyetin, sivil toplum kuruluşunun, cemaatin bir davası, dava anlayışı vardır. İçimizde buralara intisabı, ülfeti olanlar da vardır. Olması da normaldir. Çünkü Cenabı Allah kullarını farklı meşrep ve özellikte yaratmıştır.

Sevdiğimiz genel başkan, siyasi lider, kanaat önderi, rol model gördüğümüz insanlar davanın kilometre taşları gibidir.

Hiç kimse kusursuz değildir, mükemmel olması da beklenemez. Birbirimizi bu şuur ile seveceğiz, böyle kabulleneceğiz.

Biz yalnızca seferle mükellef olduğumuzu, zaferin Allah’a ait olduğunu bilerek hareket etmek zorundayız.

Hangi şartlarda da, pozisyonda olursak olalım,  Kalu Belada, Allah'ın ruhlara karşı ''Elestü bi Rabbiküm'' şeklinde, ''Ben sizin Rabbiniz değil miyim'' biçiminde olan soruyu sorduğunda, Ruhlar da bu soruya ''Bela'' “ Evet” şeklinde cevaplamışlardır. Bu şuur ve azimle davanın başkomutanı Hazreti peygamber (S.A.V), kaynağı Hazreti Kuran ve Efendimizin (S.A.V) sünneti seniyyesidir. Layık olmak için  dua buyurun efendim.

Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a sonsuz hamt ve şükür, Kâinatın Medar-ı Fahri Efendimiz (aleyhi selam)’a, âline ve ashabına da nihayetsiz salâtü selam olsun.

Ahir ve Akıbetlerimiz hayırlı olsun.

Baki selamlar.