İbrahim Bin Ethem (K.S)  (ö. 161/777-78)   hazretleri, Tabiinin meşhur âlimlerinden ve evliyanın büyüklerindendir. İsmi, İbrahim bin Ethem bin Mansur olup, künyesi Ebu İshak’tır.
Nesebi Hazreti Ömer’e dayanır. Anne ve babasının hac için Mekke’de bulunduğu sırada orada doğduğunu söyleyenler de vardır. Ailesi Arap kabilelerinden Benî İcl’e veya Temîm’e mensuptur.

Genç yaşta züht yoluna girmeye karar verinceye kadar Horasan’da yaşadı. Memleketinden ayrılmadan önce birçok hizmetçisi bulunan zengin ve itibarlı bir ailenin çocuğuydu. Sahip bulunduğu bütün dünya nimetlerinden vazgeçip züht yolunu seçmesiyle anılır oldu.

İnsanın yaratılış gayesi, kulluk ve Rabbin bilinmesidir. Eşyanın ve hakikatin derinliğine inebilmenin sırrı, marifet okyanusundan bir şebnemciğe olsun kavuşabilmekle başlar.

Gerçek kulluğa vasıl olabilmek için dünyanın fâni yaldız, şaşaa ve gel-geç sevdalarından uzakta kalmak bir zarurettir. Nitekim İbrahim bin Ethem Hazretleri’nin takva yoluna meyletmesi, şöyle bir ihtar neticesindedir:

Bir gece yarısıydı. İbrahim bin Ethem, tahtının üzerinde uyuyakalmış olarak yatmaktaydı. Birden sarayının damında müthiş bir gürültü ve patırtı çıktı. Yüksek sesle bağrışıp çağrışmalar gittikçe çoğaldı ve en-nihâyet sultanı uyandırdı.

Sultan İbrahim bin Ethem, hızla yerinden doğrularak dama doğru haykırdı:

“–Kim var orada? Gecenin bu saatinde damda ne yapıyorsunuz?”

Derinden bir cevap geldi:

“–Kaybolan devemizi arıyoruz sultanım!”

İbrahim bin Ethem hiddetle seslendi:

“–Damda deve aranır mı bre ahmaklar?”

Bu seferki cevap çok manidar ve irşada niteliğindeydi:

“–Ey İbrahim bin Ethem! Sen damda deve aranmayacağını biliyorsun da, sırtındaki ipekli elbiseler, başındaki taç, elindeki kırbaç ve oturduğun tahtla Hakk’ı arayıp bulamayacağını bilmiyor musun?”

Bu hâdise, İbrahim bin Ethem’in ruhunda uzun zamandır başlamış bulunan manevi mad-cezirleri sıklaştırdı. Onu kararsız ve şaşkın bir hâlde bıraktı. Fakat sultan, yine de eski hayatından tamamen kopamadı.

Ancak İbrahim bin Ethem’in mutadı olan avcılık tiryakiliğinde karşılaştığı ikinci manevi işaret ve ikazdır ki, onu hakiki bir Hak yolcusu eyledi. Bu av macerası şu şekilde vuku bulmuştur:

İbrahim bin Ethem Hazretleri, bir gün ava çıkmıştı. Bir ceylanın arkasından koştu. O kadar ki, askerlerinden tamamen uzaklaştı. Atı kan ter içinde kalmıştı. Fakat İbrahim bin Ethem, ceylanı avlamakta kararlı olduğu için bu koşturmacadan vazgeçmedi. Tam ceylanı köşeye sıkıştırmıştı ki, o narin ve güzel hayvan hâl lisanıyla:

“–Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın. Allah, seni, beni avlaman için mi yoktan var etti? Hem beni avlasan ne kazanacaksın? Bir cana kıymaktan başka ne elde edeceksin?” dedi.

İbrahim bin Ethem, bu sözleri duyunca, yüreğine öyle bir kor düştü ki, o anda kendisini atından yere attı. Sahralara doğru koşmaya başladı. Bir müddet sonra etrafına baktığında kocaman sahrada bir çobandan başkasını göremedi. Hemen yanına gidip yalvardı:

“–Ne olursun, şu üzerimdeki mücevherleri, padişahlık elbiselerimi ve silâhlarımı benden al da senin giydiğin abayı bana ver! Kimseye de bir şey söyleme!” dedi.

Çobanın şaşkın bakışları arasında abayı giydi ve gözden kayboldu. Çoban onun arkasından; «Padişahımız delirmiş olmalı!» diyordu. Oysa İbrahim bin Ethem, delirmemiş, bilâkis aklı başına gelmişti. O, ceylan avına çıkmış, ancak Allah Teâlâ, onu bir ceylan ile avlamıştı. Sarayını, tacını ve ailesinin terk etmesine neden bir başka olay da şöyle gelişmişti; Bir gün sarayda bir ziyafet veriliyordu. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler servis için emir beklerken, oldukça heybetli biri çıkageldi. Ne askerlerden, ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, sen kimsin, burada ne işin var? Deme cesaretini gösteremedi. Bu heybetli kişiye ancak İbrahim Ethem soru sorabildi: "Ne istiyorsun?" Heybetli kişi: "Bu handa konaklamak istiyorum." dedi. İbrahim Ethem; "Burası han değil, benim sarayımdır." diye cevap verdi. O kişi, "Peki, bu saray bundan evvel kimindi?" diye sorunca, İbrahim Ethem; "Babamındı!" dedi. Gelen kişi; "Ondan önce kimindi?" diye tekrar sordu. İbrahim Ethem; "dedemindi!" dedi. Adam tekrar; "Ondan evvel kimindi?" diye sorduğunda, İbrahim Ethem; "Filan oğlu filanın!" cevabına, o zatın; "Bunların hepsine ne oldu?" sorusuna İbrahim Ethem; "Öldüler!" cevabını verdi. Gelen heybetli adam; "Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden biri gitmede?" diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbrahim Ethem adamın peşindeki koşup durdur ve sordu; "Sen kimsin?" 0 heybetli adam yanıtladı: "Ben Hızır'ım." dedi.

***

Şunu unutmamalıyız ki, ister az yaşa, ister çok yaşa, bir gün mutlaka kabir kapısına varacağız. Biriktirdiğimiz, hırs ile çoğalttığımız ve bir avucunu bile bir Müslümana vermeden kıskandığımız malımız ve servetimiz bile bizi kurtaramayacak. Ancak varsa imanımız, itikadımız, ihlas ve ihsan ile yapılan ibadetimiz, hayır ve hasenatımız bir nebzecik olsun yardımcı olacak.

Bu yalan dünyada malına, mülküne, gücüne, servetine, makamına güvenen bir gün heder olup gidecek. Güvenecek ve teslim olunacak yegâne varlık âlemlerin rabbi Cenabı Allah’tır.

Hz. Mevlana (K.S)  fena mertebesine kavuşabilmenin sırrının mutlak teslimiyette olduğunu şu şekilde ifade eder:

“Deniz suyu, kendisine bütünüyle teslim olan ölüyü başı üstünde taşır. Diri olan ve en ufak tereddüdü bulunan ise, denizin elinden nasıl sağ kurtulur? Aynı şekilde «Ölmeden evvel ölünüz.» sırrı ile beşerî sıfatlardan soyunarak ölürsen, esrar denizi seni baş üzerinde gezdirir.”

Nasıl damda deve aranmayacaksa, dünyanın geçici süs, nimet ve bize tahsis edilen emanetlerinde Allah’ı aramak, kalbi selim bir hali bulmak hayalden ibarettir.

Onun için şu dua ile yazıma son veriyorum.

Yarabbi! Fecr suresinin son ayetlerinde (27-30)  buyurduğun gibi  “Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak rabbine dön., Böylece has kullarımın arasına sen de katıl. Cennetime gir!” Müjdesi ile  huzuruna kabul olmayı bizlere nasip et. Âmin.

Baki selamlar.