Bir zamanlar Şam’da,

Dahdah diye kabristan vardı.

Şehitler ve mücahitler,

Alimler yatardı.

Dahdah da kabirler,

Kazıcının elinde kazma,

Kazar kabirleri,

Günlük beklerler misafirlerini.

Dahdaha bir kadın geldi.

Kabir kaz hazır et dedi.

Kazdı kabri kazıcı,

Cenaze yerine geldi.

Kabirci koydu cenazeyi kabre,

Açıldı pencere cennet bahçesine,

Aldı iki atlı cenazeyi mis gibi sessizce,

Bayıldı düştü oraya bilinçsizce.

Aldılar su serptiler,

Hayal gördün dediler,

Bırakıp onu dahdah’a,

Yollarına gittiler.

Aylar geçti gün bitti.

Dahdah’a yine o kadın geldi,

Kazdı yine kazıcı,

Cenaze yerine geldi.

Bu sefer kararlıydı bayılmayacaktı,

Cenazeyi koydu kabre tedbirlice,

Cesur davrandı bayılmadı,

Atlılar yine geldi cenazeyi taşıdı.

Sordu kadına; “Bunlar kim?”

Genç, “Evlatlarım bunlar” dedi.

“Kur’an talebesiydi önceki,

Sonraki onu okutan oğlumdu” dedi.

Alacağını aldı kabirci,

İlim kapısına müracaat etti.

Yaşın geç nasıl yaparsın?

Bu yaştan sonra buna geç dendi!

Başına gelenleri anlattı,

Azimle başladı okumaya,

Öyle oldu, öyle okudu,

Oldu zamanın en büyük âlimi.

Eş -Şeyh Abdurrahman el -Haffar!

Dahdah da aldı dersini.

İlim kapısında buldu kendisini,

Oldu Şam’ın en büyük âlimi, efendisi.

Bundan sonra ailesi,

Okumaya başladı ilimleri,

En son olan alimleri,

Eş-Şeyh Abdurrahman el Haffar’dı.

İlim ilim ilmektir,

İlim kendin bilmektir,

Kendini bildi okudu,

Allah’ın rızasını buldu.

Allah Resulü (S.A.V) müjdeledi;

İlim talebesi olmak,

İlim talebesi okutmak,

Her iki zümrede olmak,

Büyük ecir ve mükafata nail olmak…