29 Ekim'de Cumhuriyet kurulmamış, Cumhuriyet ilan edilmişti. Aslında TBMM, çok daha önceden hâkimiyetini tesis ettiği için yani Cumhur 3 sene evvel duruma vaziyet etmeye başladığı için bu ilan olunan şeye Cumhuriyet demek de yanlıştı. Cumhurun sözünün geçmesi kast ediliyorsa Cumhuriyet zaten vardı. Bu sebeple 29 Ekim 1923 günü vuku bulan hadiseye belki de Cumhuriyetin değil Cumhurbaşkanlığının ilânı demek daha doğru olacaktır. Meclis-i Mebusan ve BMM süreci boyunca Padişahtan almak için uğraşılan yetkiler bu defa Cumhurbaşkanlığı makamına kaptırılmıştı. Yani şöyle de denilebilirdi; cumhurun sadece İstiklal Harbi döneminde ihtiyaç duyulan hükümranlık görüntüsü sona erdirilmiş ve Cumhuriyet, 3 senelik bir hayatiyetten sonra 29 Ekim 1923'de sona ermişti. Cumhuriyet bitmiş, Cumhurbaşkanlığı dönemi başlamıştı.
Bu vaziyet güncel olan Başkanlık tartışmalarına da ışık tutuyor. Hristiyan Takvimine göre 2014 senesinde hala güncelliğini koruyan Başkanlık sistemine doğru ilk adımın 29 Ekim 1923'de atıldığı söylense yanlış olmaz. 29 Ekim 1923'de Cumhurbaşkanlığını 101 pare top atışıyla ilan ettiren kuvvet ne ise bugün Türkiye'ye başkanlık sistemini dayatan kuvvette odur.
Olağanüstü dönemler sona eriyor lafızın ağzına sakız edip milleti iğfal edenlerin gizlediği hakikat budur. Şayet olağanüstü dönemler sona eriyor ve Türkiye normalleşiyor olsaydı Türkiye'nin normale en yakın hali olan 1920-1923 arasındaki Meclis iradesinin temayüz ettiği dönemi esas alan bir yolda yürünüyor olurdu. Milli iradenin tecelli etti tek merci kabul edilen ve bu sebeple üstünde hiçbir hakimiyeti kabul etmeyen Meclise 'Bir dakida! O kadar de demedik! Üstünde ben varım' diyen bir tahdit yapılmıştı. İlk tahdit Cumhurbaşkanlığı makamı ihdas edilerek yapıldı. Hele hele 1960 İhtilalinden sonra TMBB üzerinde bir Senato'nun ihdası, daha sonra Anayasa Mahkemesinin Anayasal bir kurum olarak arz-ı endam etmesi bu iradeye 3'lü bir kilit vurmak manası taşıyordu. Meclis üzerine örülen duvarda 1982 Anayasasından sonra hergün bir yenisi eklenen "özerk" üst kurullarla milli irade üzerine dökülen beton duvarda hiçbir delik bırakılmadı. Demek hala bir şeyler eksik kalmış ki başkanlık teraneleri söyleniyor.
29 Ekim 1923'de bir değişiklik daha olmuştu. O değişiklik neydi? İstiklal Marşı Derneği dışında hiçbir ocak, cemiyet, dernek, siyasi parti veya teşekkülün ağzına almaktan hassaten kaçındığı bir değişiklik! Bu değişiklikle Teşkilatı Esasi'nin 2.maddesi şu şekli almıştı:
Türkiye Devletinin dini, Dini İslâm'dır.
Evet. 29 Ekim 1923'de Cumhuriyet kurulmadı. Cumhuriyet de ilan edilmedi. İlan edilen Cumhurbaşkanlığı idi. Ancak bu ilanın içinde mazruf, saklı olan mektep çocuklarına, hukuk fakültesi talebelerine bile öğretilmeyen bir vakıa vardı. O da Türkiye Devleti'nin bir 'İslam devleti' olarak doğduğuydu. Bir sene evvel (30 Ekim 1922'de) Halifeliğin istinatgahı olarak kendini izah eden Türk Devleti, bu defa dostun düşmanın aklına başka bir şey gelmesin diye kendisinin bir İslam Devleti olduğunu dünyaya ilan ediyordu.
İstiklal Harbinin mağluplarından olup da bunu gizlemeyi ustalıkla beceren veya Türkiye'nin kaymağını yiyip de avantasından vazgeçmek istemeyen güruhun eskiden sıklıkla müracaat ettiği bir söz vardı: Cumhuriyetin kurucu felsefesine sadakat.
Aslında vakıanın bu ikazı yapanlarının maksatlarının tam tersine bir şekilde taayyün ettiğinin faş edilmesi gerekiyor. İslam'ın izzeti, bayrağın hürriyeti, ahâliyi İslamın ırzının, canının himayesinden başka hiçbir amacı yoktu yeni kurulan Türk Devletinin.
Güya Türk Devleti modern/çağdaş/batılı bir Türkiye inşa etme felsefesiyle kurulmuş da, bu felsefe Cumhuriyetin temellerini teşkil ediyormuş. Bu yalanlarla bir 90 seneyi geride bıraktık. Türk Devletinin aslının ne olduğunu bu zamana kadar İstiklal Marşı Derneği dışında kimse niçin söylemedi?
Çünkü hepsi Türk, Türkiye ve İslam düşmanı odakların tesiri altında faaliyet yürüttü. 'İslam ayrı Türk ayrı' diyenlerin hem İslam hem de Türk düşmanı oldukları gösterilmedi.
Türk Devleti düşmanı bir istikamete zapt-u rapt edilmiş İslami hassasiyet ve İslam düşmanı bir istikamete icbar edilmiş Cumhuriyet idarecileri iki taraftan faaliyet yürüttüler. Bu felaket hale böylece geldik. İslam'ı istiyorsan Türk Devleti'nin haritadan silinmesine ses çıkarmayacak ve hatta bu işin bir parçası olacaksın. Türk Devleti'nin devamını istiyorsan İslam'ın tozunu bırakmayacaksın. Maalesef iki tezin de bugün gayet müessir olduğu günlerdeyiz.
İslam ve Türk Devleti. Bunlardan sadece birine düşman olduğunu söyleyen aslında ikisine de düşman olduğunu gizleyendi. Halbuki, İslam'ın askerî ve siyasî varlığını devam ettirmesini isteyenler Türk Devletinin selameti için çalışmalıydı. Türk Devleti'nin devamını isteyen ise; Türkiye'nin de, Türkçenin de, Türk Devletinin de aslının İslam olduğunu görmeli ve bu varlığı tahkim etmeliydi.
Hainlerden biri değilsek İstiklal Marşı bize bir şey söylüyor olmalı. İstiklal Marşı Derneği kendini İstiklal Harbini kazanmak için harp meydanlarında canını verenlere mensup hisseden kalmış ise onlara sual ediyor: İstiklal Marşına sadık mısın?
Hem İslam düşmanı hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin dostu olmak mümkün değildir. İslam'ın yükselmesi Türkiye Cumhuriyeti'nin lehine, Türkiye Cumhuriyeti'nin zayıflaması Müslümanların aleyhinedir. Mekke ve Medine'yi gâvura vermek zorunda kalanların bu acıyla geri çekildikleri yer Misakı Milli sınırlarıdır. Hadim-ül Haremeyn vazifesinden gâvurlar tarafından tard edilmiş millete Türk Milleti, o milletin kurduğu devlet organizasyonuna ise Türkiye Cumhuriyeti denir.
Asâlete, aslımıza sadık kalmaya davet eden îkaza kulak tıkayarak ancak Cehenneme gidebiliriz:
Sen şehid oğlusun incitme yazıktır atanı
(Bu yazı Çelimli Çalım Dergisinin 4. sayısında aynı başlıkla neşredilmiştir.)