Bukalemun ; karakteri gereği, insanlar karaktersizliği gereği bulundukları ortamın rengini alırmış.

Yani yüce Yaradan bir hayvan cinsine öyle bir anatomi vermiş ki değerli okurlar, baktığımız zaman akla zarar bir tablo çıkıyor karşımıza, öyle ki bulunduğu her ortama veya üzerinde bulunduğu her nesneye göre renk değiştirebiliyor. 

Evet, tipine baksanız nahoş bir görüntü sergiler gibi geliyor insana önce, oysa dikkatle baktığınız zaman devasa bir gücü ve yaratılış hikâyesini anlatmaktadır aslında, bukalemun gerçeği bizlere.

Yani Cenab-ı Mevla ona öyle bir özellik bahşetmiş ki, alelade bir derinin altında belki onlarca renk cümbüşü raks etmekte ve Mevlâ'nın kudretini sergilercesine gözlere âyan etmekte,  hakikaten tüyler ürpertici değil mi, sizce de?

Yani Aşık Veysel'in dediği gibi, değerli dostlar;

Gören göze, ibret vardır her şeyde.

Ya da Âteşbâz-ı Velî'nin nüktelediği gibi;

Hangi kimsede tefekkür varsa, o kimse için her şeyde ibret vardır!.. bakmasını bilene!

Efendim tabi, takdir edersiniz ki bu tarifimiz bir hayvan olduğu için, bu yanar dönerlik veya değişkenlik, bir özellik olarak da kabul edilebilir, hatta hayranlık bile uyandırabilir insanda, çünkü o Yaradan'ın dilemesi ve hâsıl etmesi ile mevcut olmuştur, daha doğrusu sonradan edinilen veya içe sindirilen bir meziyet değildir.

Var olan'dır, var edilen değil!

Peki insan suretinde yaratılıp da, kişilik erozyonu yaşayan, ben diyeyim elli siz deyin altmış yaşına gelmesine rağmen benlik arayışı içerisinde olan, her şeyden anladığını zannedip de, gafletin derununda kaybolan, kraldan çok kralcılığı meziyet edinen, melek yüzlü ........bukalemun karakterli mahluklara, ne demeli aziz dostlar!

Ahmed Hamdi Tanpınar, karakteri anlatırken;

Karakter, insanda mevcut olan manevî çizgilerin bütünüdür... diye tarif eder.

Ya karaktersizliğin tarifi nasıl olmalı, ya da hangi maneviyattan bahsedilmeli acaba ?

Ya da şöyle soralım, maneviyatla- karaktersizlik aynı cümlede kullanılmak istense, hangi lugata başvurulmalı acaba?

Dikkat edin bazı insanların kendi iç hesaplaşmasında ve zihnî faaliyetleri arasında  anlaşmazlıklar meydana gelebiliyor; ki daha çok duygu ile akıl arasında oluyor bu uyuşmazlıklar. ( bunu da hareket ve vurgularından rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz )

Zihnî kültürle ahlakî, estetik ve hatta dinî kültüre verilecek önem bazen karıştırılıyor ve anladığım kadarıyla, kişinin kıskançlıkları, hadsizlikleri, bukalemunca kendinde renk görmesi ve insanların gözünde;

Hz.Pîr'in;

Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!.. düsturunu unutmuş ve sittin sene yaşamasına rağmen halen onun kemaliyetine erememesi, ne yazık ki ne yaparsa yapsın ön plana çıkıveriyor ve bürünmeye çalıştığı kisvesi de üzerinde iğreti duruyor.

Yapacak bir şey yok kardeşlerim, anlayacağınız üzere okuma ile insan karakter sahibi olamıyor, keza marifet okuduklarını amel etmek ve aklın iradesiyle, bildiklerini ve manevî düsturları önce kendi mizacına uygulaması ve geliştirmesi gerekiyor; dolayısıyla kişi kendi içinde bile bu derece çelişiyorken, bir de başkasının kılavuzluğuna nasıl soyunuyor hayret verici doğrusu, değil mi?

Yazık, zavallılık bu olsa gerek!

Yıllar önce yazdığım bir yazıda şu misali vererek, bu tür insanların nasıl bir kişilik mozayiği çizdiğini anlatmaya çalışmıştım. Misalde der ki;

Her insanın üç türlü karakteri vardır ; Belli ettiği karakter, sahip olduğu karakter ve sahip olduğunu sandığı karakter. ( Alphonse Karr )

Bazıları sanırlar, öyle olduklarını SANIRLAR!

Dışarıdan baktığınız zaman sureti sizi aldatır, güzel konuşur entel desinler, öyle zannetsinler diye, veyahut kelime haznesi ne kadar geniş desinler diye manasız ve çok amaçlı kelimelerin yiğitliğinde ve mahcubiyet kisvesi altında bir profil çizer etrafındakilere, oysa kocaman bir egomanya gizlidir o pas tutmuş kalbinde, hatta dişlerini sıkar ki daha fazla çirkinleşmemek ve foyasını oradakilere hissettirmemek için.

Anlık cinnet veya provokatörlüğün izleri vardır, o süzülen gözlerinde. Belki de malayani sözlerin gururu vardır, o avam yüreciğinde.  

Oysa bilmeleri lazım gelir ki, üstadın; “ Lisan-ı hâl lisan-ı kâlden üstündür.” gibi mükemmel tabiri üzere, hal ve hareketlerimiz konuşmaktan daha ehemmiyetlidir. Ne olduğunu, kim olduğunu bilmek ve her daim bunu hatırlamak açısından. 

Şöyle ki yine gürbüz yürekli düşünür, Yunus Emre'nin vurgusuyla;

İlim, ilim bilmektir, ilim ( önce ) kendin bilmektir.

Sen kendini bilmez isen, Yâ nice okumaktır!

Kısacası kıymetli okurlar, insan otuz senede edindiği hatırı, iki satırda tüketmemeli, sevildiğini bilmeli ve acizlerin kahramanlığına bürünüp, baştacı iken ayaklar altına düşmemeli diye düşünüyorum!

Kaybedilen intiba ve itibar, asla eskisi gibi olmuyor çünkü.

Allah'a emanet olunuz.