Günümüzde Kültürpark olarak tanzim edilen saha eski zamanlarda Konya fuarıydı. Alaaddin Tepesine nâzır ana giriş kapısına çeşitli zamanlarda yapılan düzenlemelerle anıtımsı havalar verilmeye çalışılmıştı. Fuarda reyon kiralayacak olan esnaflar ile fuar eğlencelerine özlem duyanlar Ağustos Eylül aylarını iple çekerdi.

Bendenizin Konya fuarıyla ilk tanışması Şeker Murat Mahallesinde ikamet ettiğimiz 1970’li yılların ilk devresinde babam sayesinde olmuştu. Bir gün çarşı alışverişine beni de götürmüştü de dönerken fuara da girivermiştik.  Alaaddin bulvarına açılan devasa kapıda belki on adet bilet gişesi vardı ve insanlar turnikelerde sıraya giriyordu. Biletimizi alıp sille taşından mamul geniş sekiden sonra merdivenlerle aşağı indiğimizde renkli ışıklarla süslenmiş, ortasındaki sütunlardan sular dökülen ve labirenti andıran havuzlar bizi karşılıyordu. Her stanttan başka başka müzik sesleri yükseliyor, bilhassa konfeksiyon barakalarından çığırtkanların sesi yayılıyordu. Kitapçılar, kırtasiyeciler, züccaciyeciler ve daha neler neler… Süs havuzlarının ardında göleti andıran minik deryada kayıklar geziniyor, içindekiler ürkek bakışlarla etrafı süzüyordu. Babam kıyısında müşteri bekleyen kayıklardan birinin ücretini ödedikten sonra önce kendisi bindi, sonra beni de yanına alıp karşısına oturttu. Bu sırada görevli de ipi çözmüştü ve kayığımız suyun üzerinde beşik misali sallanıyordu. Benim yaştaki bir çocuk için tedirginlik verici, hatta korkutucu bir tecrübe idi. Gençliğinin en kıymetli yıllarını İstanbul’da yaşamış ve denize aşina olan babam için kürek çekmek mesele değildi de acemiler sinir bozucuydu. Arada bir “Hem bilmezler, hem de bilenin işini zorlaştırırlar” diye söylendiği oluyordu. Herkesten fazla tur yapan biz olmuştuk ve acemiler, ustalıkla gezinen bizim kayığımızdan gözünü alamıyordu. Kayık gezintisinden sonra fuar tezgâhlarından alacaklarımızı da alıp Hazani Sokak’ın yolunu tuttuk.

Yanılmıyorsam yine o yıl bir akşam da fuara ailece gitmiştik. Bu defa Nalçacı Kapı diye bilinen arka taraftaki kapılardan birinden girmiş alıveriş stantlarını gezerek çarpışan arabaların, dönme dolabın, sincirli salıncakın, atlıkarıncanın; insanı şişman, zayıf, kısa, uzun gösteren iç ve dış bükeyli aynaların bulunduğu; sihirbazların, duvarda motor süren şovmenlerin gösteri yaptığı lunaparka vardık. Dönme dolap Sadık Muharrem için korkutucu gelmişti ve binmek istemedi. Biz Ekrem ağabeyimle birlikte binerken annem, babam ve Sadık bizi seyretmeye koyuldu. Bir ya da iki tur atmıştık ki en üst noktaya vardığımızda elektrikler kesildi ve dönme dolap stop etti. Durmak neyse de karanlık daha da ürkütücüydü. Ortalık zifiri karanlıktı ve oturduğumuz kabin, gerek paniğe kapılanların hareket etmesiyle ve gerekse incecikten esen ılık rüzgârın tesiriyle tatlı tatlı sallanıyor ve ürküntüyü artırıyordu. Yere yakın kabinlerde olan bazı insanlar zaman geçtikçe sabırsızlanıp atlayarak inmeyi tercih etse de en tepede olan bizlerin elektriğin gelmesini beklemekten başka çaremiz yoktu. Biz iki kardeş en yukarıda olmamıza rağmen çok sakindik ve paniğe kapılmadık ama saatler ilerledikçe gecenin serinliği üşümemize yol açıyordu.

Bir saati aşkın zaman biz Konya’yı seyrettik Konya’da bizi. Ve nihayet parkın ışıkları parlayınca insanlardan sevinç naraları yükseldi. Beş dakikalığına bindiğimiz dönme dolapta kaç beş dakika durduğumuzun muhasebesini yapmadık ama böyle bir hatırayı belleğimize yazdık.

Kimsenin ikinci, üçüncü turu isteyecek mecali yoktu ve dolabın yere yaklaşan her kabinini boşalırken aşağı inenler yakınlarıyla gurbetten gelmişçesine sarılıp, mahsur saatlerde yüklendiği korkuyu deşarj eder gibiyi.

Açılacağı gün büyük törenler düzenlenen Konya Milli Fuarı ilk gençlik yıllarımızın da yaz eğlencelerine ev sahipliği yapmaya devam etti. Bilhassa hanımlar “ucuz olur” ümidiyle çul, çaputtan, tencere tavaya kadar pek çok alıverişini fuar tarihine endekslerdi. Gençlerin bazıları yeni moda giysilerin yolunu gözlerken, kimileri de lunaparkın hasretini çekerdi.

Biz o yıllarda çoktan Kovanağzı’lı olmuştuk ve mahallenin sarışın yakışıklısı pastacı Ali Sami Akip kadim dostumdu. O beni ikna ederse çarşı mekânlarında, ben onu ikna edersem mahalle ortamlarında zaman geçirirdik. Bu kadar da değil; sabahları aynı otobüsle işe gitmekten başka, pastaneleri yolum üzerinde olmasından ötürü hem klişeciye giderken hem de dönerken bir çay ve sigara içimlik zaman kapı önü muhabbeti yapmadan geçemezdik.

Fuarın yeni kapandığı yaz sonu günlerden birinde canı mahalleye dönmek istemeyen Ali Sami “Fuara gidip langırt oynayalım” diye tutturdu. Masaların kaldırılmış olabileceği söylesem de ikna edemeyince yola revan olduk. Işıklar fersiz, yollar hareketsizdi. Langırt alanına vardığımızda coşkun ağaçların sokak lambasını perdelemesiyle karanlık bir dehlize düşmüş gibi olduk. Masalar yok olup gitmişti. Gözümüz karanlığa alışıp civarı kolaçan ettiğimiz sırada sotedeki üç beş kişi bizi fark etti. İçlerinden biri “Hoopp… Ne arıyorsunuz lan burada?” diye kükrerken diğeri “Dur anlarız şimdi” diyerek yanımıza sokuldu. Takım elbiseli, siyah kısa sakallıydı ve ayakkabısının topukları da basılı olsa tam bir külhanbeyi idi. O bizi sorguya çekerden diğeri civarı kolaçan eder gibi bakınıyordu.

-Ne işiniz var lan bu saatte sotelerde?

-Langırt oynamaya gelmiştik.

-Şimdi langırt zamanı mı lan?

-Kapandığını bilmiyorduk.

Külhanbeyinin gözüne Sami’nin beyaz gömlek cebinden taşan Marlboro paketi takılıyor.

-Bak sen bir de Marlboro içermiş. Kimsiniz lan siz?

-Ben pastaneciyim abi, Balık pazarının orada dükkânımız var.

-Ha, sen patron çocuğusun!

Galiba o gün Sami’nin Marlboro paketi bize biraz itibar kazandırdı da külhanbeyi daha fazla üzerimize gelmekten vazgeçti. Üstelik bana ifade verme sırası da gelmedi. Ali Sami hesap verdiği sırada ben çevreyi gözetlerken külhanbeyinin neden rahatsız olduğunu anlamamı sağlayan tespiti yapmıştım. Geldiğimiz yoldan başımız önde, sessizlik içinde tıs tıs geri dönerken Sami “Ne kabahat işledik de bize kızdılar? Bize gelmeyin dedikleri yerde kendilerinin ne işi var?” diye sokurdanıyor, yani yarım ağızla kendi kendine söyleniyordu.

“Sen hesap vermekten çevreyi göremedin. Ağaçlığın dibini demgâh yapmışlar, şişeler foraydı. Üstelik başka arkadaşları da vardı” dedim. “Haa, dedi Sami, demek suçüstü oldular. Peki, kim ki bunlar?”

O gün kim olduklarını bilemezdim ama görüntü hafızama kaydolan o külhanbeyini üç beş sene sonra şehrin ileri gelenleri arasında gördüğümde hatırlamakta hiç zorlanmadım. Aramızda hatırı sayılır bir münasebet tesis olmuştu ve fuar sotesindeki o hadiseden hiç söz açmadım.

Konya Fuarının albenisi yüksek yerlerinden biri de kasnak atışlarıydı. Yerli yabancı onlarca paket sigarayı parkeye seren stant sahibi ücreti mukabilinde üç kasnak verir, atıcı demir bariyerin ardından kasnağın içine katabildiği kadar sigara kazanırdı. Fuardan yalnız geçtiğim bir gündüz, şans peşindeki atıcıları bir miktar seyrettikten sonra ben de atış yapmaya karar verdim. Ücretini ödeyip aldığım üç kasnakla stadı bir uçtan diğerine inceledim. Belirlediğim yerdeki ilk atışımda kasnağa üç sigara birden girince diğer atıcılar beni seyretmeye koyuldu. Neredeyse hiç boş atışım olmuyor bazen bir, bazen iki sigarayı kasnağa alıyor, üçlediğim zaman alkışlayanlar bile oluyordu. “Marlboroya at” diyenlere kulak asmıyor, mümkünse Samsun’ları, zorunlu hallerde Maltepe’leri nişanlıyordum. Seyircilerimden biri mevzuya uyanıp “Bu delikanlı Samsun’cu” diyerek yanındakileri de uyandırdı. Artık kasnağa para vermiyor, kazandığım paketlerden birini vererek üç kasnak alıyor, bununla daha fazlasını elde edebiliyordum. Ben kazandıkça görevliler bana kasnak vermez olmuş, atış yapacağım yerdeki paketleri ellerindeki sırıklarla oynayarak motivasyonumu bozmaya çalışıyorlardı. Otuz ya da kırk kadar paket kazandıktan sonra atışı sonlandırıp tezgâhtan ayrılırken gözüme ilişen Marlboro paketi adeta “Beni de al” diyordu. “Bir pakette Marlboro kazanayım” diyerek üç kasnak daha aldım. Fakat ne mümkün; sanki etrafında görünmez bir zırh vardı. Paket tam ortada kalmışken kasnak zıplayıp boşluğa düştükçe ben yeni kasnaklar için paketleri birer birer geri vermeye başladım. Şimdi kazanma sırası oyun kurucudaydı! Bir paket Marlboro kazanma sevdasına kazandıklarımın neredeyse yarısını iade ettim. Baktım ki çırak çıkamaya doğru gidiyorum; elimdekilerle yetinmenin en doğru yol olacağını düşünüp, ardıma bakmadan uzaklaştım oradan. Gördüm ki beni bambaşka ve çok tehlikeli diyarlara götürmesi mümkün; bir daha da kasnak standına yanaşmadım.

Sonraki yıllarda gazetecilik görevim nedeniyle Konya Milli Fuarının açılış törenlerini protokol mensuplarının en yakınında takip ettim. Bir gün arkadaşlarımızdan Harun Yıldız ziyarete gelmiş, haber servisindeki arkadaşlardan herhangi birini akşam fuara götürmeye ikna etme gayretindeydi. Baktı ki ne Ahmet Bozdam’ın ne de Ali Ulurasba’nın bu akşam kendine eşlik edeceği yok, bana yönelip “Mustafa abi akşam benimle fuara gelir misin?” diye sordu. Bu kadar ısrarcı olduğuna göre önemli bir planlaması vardı; “Velev ki Fizan’a gideceğiz, senin hatırına gelirim tabi” dedim. Muradını yolda anlattı. O gün müzisyen şair Arif Nazım Konya Fuarına geliyormuş ve stant sahibi bizim Harun’un arkadaşıymış. Gayet mütevazı bir insan olan Arif Nazım bütün ziyaretçileri gibi bizi de hürmet göstererek karşıladı. Ben fotoğrafları çekip haberde kullanacağım bilgileri derlediğim sırada Harun’un kendisine uzattığı kaseti benim için imzaladı. Sıddık Naci Eren Balıkesiri’nin şiirlerini okuduğu bu kaset kişisel koleksiyonumun ilk imzalı eseriydi.

Bunlardan başka, Fuarın Açık Hava Amfisinde her akşam bokstan güreşe, karateden tekvandoya, cimnastikten kungfu ya kadar pek çok yerel ve ulusal müsabaka organize edilir, seyirci dolar taşardı. Hatta Milli Bisikletçi merhum Yusuf Ecevit Guinnes gözlemcisi bulunmadığı için gayri nizami sayılan ilk bisiklet üzerinde en uzun süre kalma dünya rekorunu da, Guinnes şartlarına uygun yapılan ve dünya rekoru olarak kayda geçen başarıyı da bu amfide elde etmişti.