Önden kasalı üç tekerlekli motosikletiyle bizim sokağın müdavimlerinden biriydi Ermenekli Hasan Ağa. Denizköy ve Biga Sokakların kesiştiği, bizim evin çaprazına briketten bir ahır yaptırmış, içine de onlarca büyükbaş hayvan bağlamıştı. Hafif bir esintide mahalleye gübre kokusuyla harman olan küspe kokusu yayılır ve fakat kimse de bundan şikâyetçi olmayı aklına getirmezdi. Zira bir türlü yenisiyle doldurulamayan boş mutfak tüplerinin bahçe kıyılarına, bodrum diplerine atıldığı o yıllarda en ucuz ve bulunabilir yakıt tezekti. Kadınlar mahallenin boş tarlalarında imece usulü “yapma” yazar, her evin örtmesinde yığınla tezek olur, yemekler ikindiüstleri bu yakıtla tutuşturulan ocaklarda pişerdi. Bu kadarla kalmazdı ahırın faydası. Konu komşu herkes; el arabalarıyla bahçesine gübre çekip, domates, salatalık, biber, kabak ne ekmişse diplerine dökerdi ki verimlilik yüksek olurdu.

Hasan Ağa haftada birkaç defa gelirdi. Bazı zamanlar yanında oğulları Osman ile Hulusi’de olurdu ve oyun arkadaşlarımız arasına onları da dâhil etmiştik de bir gün kuzenleri Mustafa’yı da getirmişlerdi. Çelik çomakta sıra ona geldiğinde akşama kadar elinden almak mümkün olmamış, günü onun uzaklara savurduğu çeliği toplamakla geçirip “Aman bir daha bunu getirmeyin” diye de yaka silkmiştik.

Kozlu’lu Mevlüt ağanın büyük kızı Kiraz ablanın Kumköprü’ye gelin gittiği, oğlu elektrikçi Remzi abinin çalışmak üzere İstanbul’un yolunu tuttuğu o yıllarda doğu illerinden gelen Cesim; geçen ay yerle yeksan olan bu ahıra çoban durmuştu. Boylu poslu, kumral, saçları dalgalı, genellikle kirli sakallı ama bazen de sinekkaydı traşlı, yaşam enerjisiyle dolu bir gurbetçiydi. Kahvehanesi, sineması, çarşısı olmayan mahallede işleri bitirdiğinde onun da vaktine ortak edeceği dostlara ihtiyacı vardı. Ahır işlerini gördüğü elbisesiyle durmaz, ortalığı derleyip toparladığında üstüne temiz kıyafetlerini giydikten sonra demliği kapıp su kuyusunun başına toplardı bizi. Büyüklerin mahalle çocuklarıyla münasebeti kimsede huylanmaya sebep olmazdı o yıllar; güven vardı. Hoş sohbetti Cesim abi ve herhalde Batman’lıydı. Yanık da sesi vardı; arabeskin Polis Radyosuna hapsedildiği yıllarda Ferdi’den, Müslüm’den Orhan’dan ve dahi Neşet babadan bir türkü tutturdu mu yürekleri titretirdi.

Meğer o yakın türkülerinin bir sebebi varmış. Istırabını bir gün bana söyledi. “Mustafa dedi, şu gelen kızların uzun boylusu var ya, kim o?” Hadi ismini müsteara tevdi edeyim de bunca sene sonra başka dedikodulara mahal vermeyeyim; “Hümeyra”  dedim. “Bu nasıl bir güzellik! İlk gördüğüm anda tutuldum, uyku girmiyor gözlerime” dedi. Burası suyolu neticede, herkesin illaki gelip geçeceği bir güzergâhtı ve dinlenmek için duraklamak da gerekirdi bazen. Hümeyra yaklaşırken Cesim’i heyecan basar, utanır ve bir elinde sigarası ötekinde çay bardağıyla yoldan uzağa, küspe havuzunun ardına dolanırdı. “Abi, hem âşıksın, hem de görünce kaçıyorsun, niye ki?” diyene “Ben âşığım o değil, gönlü bende olmadıktan sonra yolunda durup da seyretmek delikanlıya yakışmaz” derdi.

Hümeyra, ipi omzunu kesen güğümleri yere indirip soluklanırken; mesela kuyunun şalterini açması lazım gelse, Cesim bunu bahane belleyip yolun kıyısına gelmez, bize seslenirdi “Kuyuyu çalıştırıverin” diye.

Allah var, Cesim abi Hümeyra’ya ne bir lâf attı, ne de yan gözle baktı. Uzaktan sevdi, hüznünü bazen içine attı, sığmayınca da kuyu başı muhabbetlerinde küçücük şu bendenize döktü “Çağırırsın anneni babanı, gelir isterler Hümeyra’yı. Onlar gelemezse bizimkiler, Mevlüt Ağa, Hasan Ağa filan da dünürcü olurlar” dediğimizde ümitsizliği çehresini sarar “Bu güzellik şu ahırın kapısına lâyık değil, benimki olmayası bir sevda işte” diye dertlenirdi. Bilirdi Hümeyraların da evinde hayvan beslediklerini, lâkin yine de yakıştıramazdı onu kendi hayatına.

Gün akşama evrilip firara yeltendiğinde Cesim abi ahır işlerini görür, bekâr sofrasında yemeğini yedikten sonra çoban kulübesine çekildiğinde sevdanın bütün kasveti ruhunu sarardı ki hançeresini yırtarcasına söylediği türküler sokağı inletirken yürekleri dağlar, “Çobanın sancısı tuttu yine” diye söylenirdi kadınlar.

Çoban Cesim’in kendisine âşık olduğunu bilir miydi bilmeyiz ama Hümeyra’nın da gönlünü mahallenin mekteplilerinden bir delikanlıya düşürdüğü kadınların dilindeydi. Fakat o Cesim’e ne kadar ilgisizse, öteki de Hümeyra’ya o kadar uzak dururdu.

Günlerden bir gün, ortalık ışıdığında ahırdan yükselen hayvan böğürtüleri haneleri doldurdu, ahali huzursuz oldu. Çobanlık işlerinin kıdemlisi Mevlüt Ağa ahırın kapısını açtığında hem günlük temizliğin yapılmadığını hem de batmalara yem ve saman dökülmediğini görünce “Çoban uyudu kaldı ellâm” diyerek kulübenin kapısına varmış. Baksa ki kerevetin üzeri boş! Meğer çoban vakit gece yarısını geçip herkes ışığını söndürünce döşeğini yorganını sırtına vurup mahalleyi terk etmiş. Herkesin aklına ilk gelen Hümeyra’yı da kaçırmış olma ihtimaliydi. Çocuklar haberci kılığında yollandı evlerine doğru “Bir bakın gelin, huzursuzluk var mı oralarda?” diye. Ortalık alabildiğine sessizdi, Hümeyra her zamanki vaktinde boş güğümleri sırtına vurup mahalle çeşmesinin yolunu tuttuğunda herkes Cesim’in sevdasını yüreğine gömerek gittiğine ikna oldu.

Ebelerimiz anlattıkları masalı bitirirken “Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine” derlerdi ya… Cesim abinin üç beş ay kaldığı mahallemizde gönlünü mühürleyip gittiği kulübesinde kir tutmuş tahta kerevet o kerevet değildi!

Bir zaman sonra Hümeyra’ya şehrin uzak yerlerinden dünürler geldi, hayırlaştılar. Ne Cesim Hümeyra’ya kavuşabildi, ne Hümeyra mektepli sevdiğine… Zaten kader mektepliye de uzak diyarlardan yazmıştı yazgısını.