Sabah ezanı; “Allahüekber” derken uyandı Salih. Tam beş gün olmuştu babası, kaybolan öküzlerini aramak için evden çıkalı.

Salih henüz on yaşındaydı. Yine “boyundan büyük sorumlulukları” vardı üstünde. Evin en büyük çocuğuydu. Kendisinden başka birer-ikişer yaş arayla doğan beş kardeşi daha vardı. Babasının evde olmadığı zamanlarda onların sorumluluklarını da üstleniyordu.

Gözü hep uzak dağların yamaçlarında, kulağı babasından gelecek olan “Salih!” sesindeydi. Ama olmuyordu işte. Ne gözlediği dağlardan babasının görüntüsü ne de sesi ulaşıyordu kendisinden yana...

1970 yılıydı. Karasabanın tarlalarda hüküm sürdüğü yıllar yani. Meşe ağacından bir “ökçe”, ökçenin toprağa gelen kısmında, toprağı işlemesi için bir “saban demiri”, kavak ya da söğüt ağacından bir “boyunduruk”, boyunduruğun iki tarafında “zeble”ler... Ucunda çividen imal edilmiş bir “embel”, diğer ucunda yine demirden dövülmüş bir “opsa” olmak üzere meşe ağacından yapılmış bir “üvendire”... Ökçe ile boyunduruğu birleştiren, genellikle çam ağacından yapılmış bir “ok...”

Okun kalın kısmı ökçeye monte edilmiş, diğer ucunda üç beş tane delik açılmış. Boyunduruk “eğef” denilen dairemsi bir ağaç parçası ile “dede kılıcı” denilen yirmi santimetre uzunluğunda bir buçuk santimetre çapında bir ağaç parçası yardımıyla o delikler vasıtasıyla oka bağlı. Bu düzeneğin adına “karasaban” deniliyor.

Karasabanın harekete geçmesi için iki adet öküze ihtiyaç var. Bir çift öküzü olan, hele hele bir de yedek öküzü olanın zengin sayıldığı bir dönem o dönem... Bir çift öküzü olmayan ise bazen boyunduruğun bir yanına bir öküz, diğer yanına ise bir eşek, eğer çiftçinin öküzü hiç yoksa her iki yana da eşek “koşmak” zorunda...

Salihlerin de bir adet öküzleri var. Adı “Kır Öküz...” Babası Kır Öküz”ün yanına bir ay kadar önce bir öküz daha satın alabildi. Onun adı da “Yeni Öküz...” Yakın bir köyden alındığı için her an getirildiği köye kaçma ihtimali var. Bu yüzden uzun bir ip ile otlu bir bölgede bulunan bir ağaca bağlı olarak besleniyor. Hiç değilse alışıncaya kadar bu şekilde muhafaza edilmek zorunda...

Sıcak bir yaz günü, boyu 25 santimetreyi bulmayan buğdayı el oraklarıyla biçmek için köyden bir hayli uzaklıktaki kıraç tarlaya gittiler. Yeni Öküz’ü de götürdüler. Bir yandan ekin biçiyorlar bir yandan biçtikleri ekini eşeklerle harmana taşıyorlar diğer yandan da öküz ile ilgileniyorlar. Bağladıkları yerde ot tükenmiş ise bir başka bölgeye “değiştirip” oradaki bir başka ağaca bağlıyorlar.

İki hayvan yükü ekin biçtiler ve onu eşeklere sarıp Salih’in önüne “kattılar.” Salih tarladan harmana doğru giderken öküzün bağlandığı kısımlardan bir “böğürme” sesi duydu. Dönüp geriye baktı ama meşe ormanlarıyla kaplı bölgede öküzü göremedi. “Bağlandığı yerden böğürmüştür” diye düşündü.

Tarla ile harmanın arasındaki mesafe, eşeğin yüklü bir şekilde yürüyüş hızıyla bir saatten fazla bir zaman almaktaydı. Salih eşekleri harmana “yıktı” ve gerisin geri tarlaya geldi.

Harmana giderken kulağına gelen “öküz böğürme sesini” anlattı babasına. Babası hemen elindeki orağı yere bırakıp hızla öküzün bağlandığı tarafa doğru yöneldi. Öküzün bağlandığı ormanlık alana varınca onlara doğru bağırarak “öküz ipini kopartmış ve kaçmış, ben onu aramaya gidiyorum” diyerek oradan ayrıldı. Ayrılış o ayrılış, gidiş o gidiş...

O gün akşam oldu Salih’in babasından haber yoktu. O geceyi nispeten rahat geçirdiler. Babasının, “doğrudan onu satın aldıkları köye gittiğini ve sabah olunca öküzü oradan alıp getireceğini” düşündüler.

Ertesi gün tekrar ekin tarlasına giden Salih ve annesi ekin biçmeye devam ettiler. Biçtikleri ekini harmana “attılar.”Ama o gün de gelmedi babası. O gece çok farklı duygular yaşadı Salih. Yavaş yavaş korku sarmaya başladı çocuk yüreğini. “Acaba?” deyip kötü düşünceler dolaşıyordu kafasında. Haber alabilecekleri hiçbir araç yoktu. “Cep telefonu”nun adının bile duyulmasına daha 30 sene vardı. “Sabit telefon” dersen şehirlerde resmi dairelerde belki bir de zenginlerde olan bir aletti. Köylerde kasabalarda esamisi bile okunmazdı. Hal böyle olunca kimi kimden, neyi nerden soracaklardı ki? Velev ki kasabada bir tane telefon hattı olsa bile “dağlarda dolaşıp öküz arayan birisini gördünüz mü?” diye mi soracaklardı?

O gün de sabahı zor ettiler. Yine aynı tarlaya son kalan ekini biçmek için gittiler. Öğleyin o tarlanın ekini bitirip daha uzaktaki bir dönüm kadar olan tarlada ekili olan nohudu yolmak için oraya geçtiler. Akşam oldu ama Salih’in babasından yine haber çıkmadı. Bu, geçip giden üçüncü gündüzdü artık. Yoldukları nohudu bir eşeğin sırtına sarıp harmana getirdiler. O gecede sabah olmak bilmedi.

Yarı uyuyarak yarı uyanık bir şekilde geçirdiler o geceyi de Salih ve annesi... Diğer çocuklar durumdan adeta habersizdiler ama içlerinde; “babamız nerede?” diye soran, aklı erecek yaşta olanlar da vardı. Onlara; “bahaneler uydurarak” cevap veriyorlardı.

Üç gece dört gündüz geçmişti ama hala ne haber vardı ne gelen ne giden. Salih iyice korkmaya, aklına kötü kötü şeyler gelmeye başladı.

“Ya babam kayalardan falan düştü de bir tarafı falan kırıldı ise?” “Bu kadar zamandır ne yedi ne içti acaba?” “Acaba açlıktan falan bir yerlerde sızdı kaldı mı ki?” “Ya da dağlarda yaban hayvanları veyahut da art niyetli insanlar tarafından bir olaya mı maruz kaldı?” şeklinde kötü kötü sorular geliyordu aklına.

Nihayet dördüncü gün de güneş dağların arkasında gözden kayboldu. Salih’in gözü hep köyün yukarı kısımlarından gelecek olan babasında ve kulağı “Salih!” sesinde idi. Bir anda babası görünüverecek gibi oldu gözüne. Adeta içinde bir sevinç huzmesi oluştu. Evden çıktı ve koşarak köyün yukarısında bulunan sebze tarlasına yöneldi. Uzaktan bakınca sebze tarlasının yanındaki çimenliklerde yayılan bir hayvan gördü. “Yeni Öküze ne kadar da çok benziyor” diye geçirdi aklından... Yaklaştıkça yürek çarpıntısı arttı. “Sanki kaybolan öküzdü o. Evet evet o öküzdü.” Ama babası görünmüyordu hala. Merak içindeydi. İşte beklediği o ses de nihayet geldi “Salih!” diye seslendi babası, “gel oğlum gel öküzü buldum” ama neler geçti başımdan neler?” diye seslendi fasulye yapraklarının arasından. Salih olanca hızıyla koştu babasının boynuna atıldı ve sıkı sıkıya sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Baba çok korktum, annem de çok korktu. Neredeydin sen?” diye soruyordu bir yandan da.

Bir çırpıda bu dört günde neler yaşadığını neler çektiğini anlatıverdi Salih’e.

Meğerse öküz, eski köyüne dolayısıyla eski sahibine geri dönmüş. Babası öküzü “harman veresiye” aldığı için önce vermek istememişler. Salih’in babasını, “yaylada olabilir” falan diyerek oradan oraya koşuşturmuşlar. Hâlbuki öküz ahırlarındaymış. Bunu komşularının birisinden öğrenmiş babası.

Araya giren diğer köylüler babasından yana tavır alınca, öküzü vermek zorunda kalmışlar. Zaten önceden de öyle sözleşmişler...

O yıllar, “sözün senet olduğu” yıllardı.