İlkokulu 80’li yılların başlarında okudum. Değerli öğretmenim öğrencilerini seven, başarıya özen gösteren birisiydi. O yıllarda biz çocuklar da “Öğretmenimiz bugün beni daha çok seviyor ya da bugün beni niye daha az seviyor kritiği yapardık aramızda.” Öğretmenimizin bir şey yapmasını istediği öğrencileri, o gün öğretmenin kendilerini çok sevdiğini ve o yüzden bu kutsal(!) görevi kendilerine verdiğini zannederek çok mutlu olurlardı. Çocukluk işte. Zihnimde ilkokul yıllarımdan kalan en belirgin hatıralarım bunlar. Ne kadar önemliydi öğretmenimizin bize değer verdiğini bilmek, sevildiğimizi düşünmek.

O günlerde çocuk olmak şu andakinden çok farklıydı tabii. Sevgiye aç, hatta daha doğrusu demeliyim, sevginin vıcık vıcık gösterilmeden yetiştirildiği bir dönemin çocuklarıydık biz. O dönemde hiçbir anne baba -günümüzde olduğu gibi- evinde prens ve prenses yetiştirme gayretinde değildi. Belki de o zaman insanlar daha bilinçliydi bu konuda ve o bin bir ihtimamla yetiştirilen prens ve prenseslerin ilerde kral ya da kraliçe gibi yaşayamayacaklarının. Daha dengeliydi sanki ilişkiler. Şimdiki gibi evde aşırı ilgi ve şımartılmışlıkla büyümeyen çocuklar, dışarıdaki hayatla ve toplumla ilgili de çok fazla ilgi-alaka beklentisine girmezlerdi. Hâl böyle olunca da, şimdi saçma gelse de, öğretmenimizin bizi bir vazife ile görevlendirmesini büyük bir mutlulukla karşılardık. Bunu bir sevgi göstergesi sanırdık. Azarlanıldığımızda ya da ufak tefek tokat yemişsek kırılıp dökülmez, öğretmenimize ve derse gücenmezdik.

Şimdi de merceğimizi günümüze çevirelim, olay artık tam tersi boyutlarda. Öğretmen öğrencisinden bir şey rica etse, bu öğrencisinin menfaatine bile olsa, şimdiki çocuklarımız –prens ve prenseslerimiz- bunu bir zorlama olarak telakki etmekte, oflayıp puflayarak “ Bu hoca amma da uğraşıyor benimle.” diye yorumlamakta…

Evde sürekli pışpışlanarak büyüyen asilzade çocuklarımız okulda da aynı ihtimamın kendilerine gösterilmesini bekliyor, bu beklentileri de -doğal olarak- her an yerine getirilemeyeceği için, anında depresyona girip, kendilerinin beğenilmediği, sevilmediği hissine kapılabiliyorlar.

Her şeyde olduğu gibi sevgi ve beklentilerinde de doyumsuz bir nesil büyüyor, büyütüyoruz. Bizim nesil kız çocuklarının 8-10 yaşlarından itibaren ev süpürdüğü, bulaşık yıkadığı, dantel vs. ördüğü, erkek çocuklarının ise dışarı işlerinde babalarına yardım ettiği, ufak tefek tamiratlar yaptığı, yaz tatillerinde dedesinin-amcasının işyerinde ya da sanayideki bir dükkânda kendini yetiştirmeye çalıştığı dönemlerdi. Şimdikiler 20’li yaşlara geldikleri halde ne ev işinden ne tamirattan haberleri yok. Kapı önünden servise binip okul kapısı önünde inen; olmadı anne ya da babasının okula bıraktığı, ödevini yaptığı, yemeğini hazırlayıp odasına taşıdığı çocuklar.

Yazının konusu çok farklı olacaktı nasıl buralara geldi ben de anlamadım değerli okuyucularım. Bahsedeceğim şey aslında her şeyin gittikçe sıradanlaştığı bir dünyada kutsal meslek olan öğretmenliğin sıradanlaşmaması gerektiği ile ilgili olacaktı. İşini ve öğrencilerini seven, bu sevgisini karşı tarafa yeterince gösteren öğretmenlerimizin başarılarının önüne hiçbir şey geçemez. Böylece hem öğrencileri mutlu ve başarmasını bilen bireyler olarak yetişecek, hem de bunu gerçekleştiren öğretmenimizin kendisi de bununla onur duyacaktır, diye girecektim konuya.

Öğretmen- öğrenci ilişkisi ve sevgisi üzerineydi yazıya başlarkenki aklımda olan. Öğretmeni tarafından sevildiğini hisseden çocuğun başarı düzeyinin de o nispette nasıl artabileceğini anlatmaktı ama bambaşka konulara daldık her nedense. Sevilmenin, özellikle de öğretmeni tarafından sevilmesinin öğrencinin gelişimi açısından nasıl etkili bir araç olduğunu anlatmaya çalışacakken… ‘Günümüzde neden bu kadar sevgi ve ilgi yoksunu hisseden çocuklarımız var.’ konusuna girdim birdenbire… Birkaç gündür zihnimi meşgul eden, sebep-sonuç ilişkisini kurmaya çalışan benliğim yazdırdı belki de yukarıdaki satırları. Neyse efendim bu konuyu da başka bir gün yazıya dökelim ümidiyle…