“Kültür değişimi ile kültür elemanlarının aktarılması (cultural borrowings) ayrı süreçlerdir. Bir anlayışa göre, kültürleşme, bir kültürü belirleyen temel-değerler sistemine değişiklik demektir. Gelenekçi toplumlarda ise temel değerler sistemini din belirler. Bazı sosyologlar ve tarihçiler, Avrupa kültürünün, hümanizm ile Hristiyan dininin bir sentezi olduğunu ileri sürerler. Bir bölüm tarihçiler ise Avrupa medeniyetinin akılcı ve hümanist karakteriyle insanlığın ortak mirası olduğu, onun için, her lâik toplumun temel kültürü olabileceği noktasında birleşirler. Tabiî, kültürü bir değer-sistemi olarak benimseyenlerin, bu sonuncu yorumu kabul etmelerine imkân yoktur. Sonunda yine, kültür değişimi sorusu, kültürü nasıl anladığınız ve yorumladığımız noktasına gelir, düğümlenir. Klâsik dönemde Müslümanlar, Hristiyan dünyasından (“kâfiristan” dedikleri Avrupa’dan) gelen şeylere mekrûh gözüyle bakıyor, tutucu çevreler “Frenkleri” taklit etmeyi küfür sayıyorlardı. Avrupa medeniyetine karşı ilk davranış değişimi; Osmanlı bozgununu belgeleyen 1699 Karlofça Antlaşması’ndan sonra bir ölüm-kalım sorusu olarak belirmeye başladı.

Kültür elemanlarının alışverişine gelince, bu bütün kültürler arasında olagelen bir procesus, bir süreçtir. Kültür elemanı deyince, top tüfekten modaya ve kamu idaresine kadar bütün kültür unsurlarını anlıyoruz. Osmanlılar, XIX. Yüzyıla kadar Batı’dan yalnızca teknik unsurları almayı kabul ettikleri hâlde, XIX. Yüzyılda idare, kanunlar ve hattâ âdetlerde Batı’dan alıntılar yapmaya başladılar. Bununla beraber, bu yüzyıldan önce de sıkı kültür ilişkileri olmuştur.

Kültür unsurlarını, değer-sistemiyle, yani dinle bağımlı olan ögeler ve tarafsız (neutre) olan ögeler diye ikiye ayıranlara hak vermek gerekiyor. Giyim kuşam gibi Batı’nın kültür kimliğini belirten unsurları reddetme, özellikle çöküş çöküş devrinde kuvvetlidir. Tarafsız kategori içine, bütün teknik ve teknolojik araçları ve pozitif ilmi koyabiliriz. Top tüfek yapımı, para basımından gümrük idaresine kadar her şey, bu kategoriye girer. Dışarıdan bir korkusu olmadığı yükselme çağında Osmanlılar, Batı’dan kültür alıntıları yaparken çekinmemişler, yararlı gördükleri Avrupa teknolojilerini alıp uygulamışlar; başlangıçtan beri, başarılarını güçlerini artıran yenilikleri benimsemekte tereddüt etmemişlerdir. Öbür yandan, tarafsız dediğimiz teknikler, hattâ ticaret eşyası, yine de bir kültürün parçasıdır ve onu kullanan bir kültürleşme sürecine girmiştir. Osmanlı seçkin sınıfı, Batı’dan teknik birimleri alırken aynı zamanda yaşam biçimiyle ilgili âdetleri de ister istemez taklide başlamışlar ve bu nedenle, gelenekçi ve tutucu olan halk kitlelerinin tepkisi de aynı dönemde ortaya çıkmıştır.

Bir kültür ögesi, kendi-iç (intrinsic) değeri dolayısıyla yayılmaz, çoğu kez onu taşıyan fert veya toplumun prestiji esastır. Osmanlılar, Batılı yaşam tarzı ve değer sistemiyle ilgili unsurları 1699 Karlofça Antlaşması’ndan sonra benimsemişlerdi. Yirmisekiz Mehmed Çelebi’den önce, Batı kültür ve medeniyetine hayranlığı hiçbir Osmanlı onun kadar duymamış ve ifade etmemiştir. Başka deyişle Batı, XVIII. yüzyıldan başlayarak beğenilen, taklit edilen bir prestige-culture hâline gelmiştir. Rokoko mimarisi ile beraber o zaman ekâbir evlerinde Frenk eşyasıyla Frenk odaları döşenmeye başlanmıştır.” (Halil İnalcık, Türklük, Müslümanlık ve Osmanlı Mirası, s.211-213)

***

Halil İnalcık hocanın bu yazısı, güzel bir üslûp ve benzetmelerle mevzuyu günümüze kadar getirerek bugünkü durumumuzu da özetleyerek okuyana, millî bir bakış açısı sağlıyor. Okumanızı tavsiye ederim.

Osmanlı’dan bu tarafa 323 seneden beri Batılılaşıyor ve Batı’yı taklit ediyoruz. Tanzimat kararlarından Meşrutiyet’e, Kopenhag Kriterleri’nden uyum yasalarına ve İstanbul Sözleşmesi’ne kadar neresinden bakarsanız bakın Türkiye, çok tehlikeli bir geçitten geçmektedir. Ekonomik çöküş, kitlesel işsizlik ve fakirlik, yenilmeyen enflasyon, vergilerin artırılması zarureti nasıl bir geçitten geçtiğimizi hatırlamak/hatırlatmak adına yeter.

Bugün Türkiye, her zamankinden çok bir kültür bunalımı içindedir. Toplumda dünya görüşünden tutun hayat stiline, dil ve davranışlar ile özellikle siyasi sahada karşıt zıtlaşmalar geniş boyutlara ulaşmıştır. Konya, bir Anadolu şehri olmaktan çıkmıştır. Genç nesil ve kokonalar kılık kıyafette alabildiğine Batılılaşmakta ve eskilerin tabiriyle Frenkleşmektedir. Siz buna, Hâlil Konakçı’nın kasap dükkânındaki vitrin benzetmesi yerine  “çıplaklık kültürü” de diyebilirsiniz. Ülkemiz Tanzimat Dönemi’nden daha kapsamlı ve topyekûn bir kültürleşme bunalımı, ahlâk ve iman buhranı yaşamaktadır. 15 Temmuz’da ölüm-kalım mücadelesi verilmiştir. Artık yüzde 99’u Müslüman olduğu ifade edilen Türkiye’de “Kâfir, Münafık, Mü’min” kavramları belirgin hâle gelmekte ve mücadele; internetin icadıyla küresel boyutta sokak, cadde, meclis, sosyal medya ile her sahada yaygınlaşmaktadır. Laboratuvarda üretilen Koronavirüs ile birlikte bu mücadelenin içine biyolojik boyutu da eklenmiştir. Psikolojik savaşta Osmanlı’yı mahveden Batı, korku silahını çok iyi kullanmaktadır.

Cenab-ı Hakk, Yüce Kitabı’nda; “Ey müslümanlar, Allah'tan, nasıl korkmak lâzımsa öylece korkunuz..." (Al-i İmran;102) buyuruyor. İstiklâl Marşı şairimiz Âkif’in şu güzel dizeleri de bir o kadar uyarıcı:

 “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”