Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç'ın başını kapattığı haberi flaş haber olarak gündeme oturdu. Böylece Sayın Saraç tarihe geçti.
Buna sevinmek mi yoksa üzülmek mi lâzım?
Belki birileri mutlu oldu, demokrasinin hatta İslâm'ın bir zaferi olarak gördü bu olayı.
Belki de birileri lâiklik elden gidiyor öfkelendi, Rektör'ün reklâm peşinde olduğunu düşündü.
Doğrusunu isterseniz sevinemedim.
Çünkü bir bilim adamı olarak her zaman kafaların dışı ile değil içi ile ilgilendim. Başörtüsünün yasaklandığı dönemlerde yasağa en çok kızan ve karşı çıkanlardandım. Çünkü insanlara başını zorla açtırarak çağdaş ve gelişmiş bir ülke olamazsınız. İlimde fende ileri gidemezsiniz. Bunun için başka gayretlere ihtiyaç var.
Zorla başları kapattırarak da gelişmeniz, ilerlemeniz, hatta iyi Müslüman olmanız mümkün değildir.
Ama ne sağcımız anlayabildi bu gerçeği ne de solcumuz. Her iki taraf da başörtüsünü siyasete alet etti. Benim dinimi beni kandırabilmek için kullandı sözde İslâmcılar. Sözde lâikler ise Atatürkçülüğü, lâikliği, çağdaşlığı alet ettiler siyasî emellerine.
Bugün bir Rektör kalkıp başını kapatıyor. Aslında bu tür olayların haber değeri bile taşımayan sıradan olaylar olması lâzım. Bizim bunları değil, bilimsel gelişmeleri, teknolojik ilerlemeleri, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını konuşabiliyor olmamız gerekiyor.
Ama olmuyor.
Şu olaya biraz yakından bakalım:
Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç, 1983'de D.Ü. Tıp Fakültesi'ni bitiriyor. 14 yıl sonra, 1997'de profesör oluyor.
Hızlı bir yükseliş! Pek çok insan 14 yılda yardımcı doçent bile olamıyor.
Sonra, 2007 Milletvekili seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi'nden, Diyarbakır'dan, sekizinci sıradan aday oluyor ancak seçilemiyor.
Bir yıl sonra, 2008 yılının Haziran ayında Dicle Üniversitesi rektörlük seçimlerine katılıyor ve 112 oy alarak üçüncü oluyor. Birinci olan adayın oyu 148 iken ikinci aday 136 oy alıyor. YÖK, en çok oy alan adayı eleyerek Cumhurbaşkanına adını göndermiyor. Ve Sayın Cumhurbaşkanı üçüncü olan adayı tercih ediyor.
Cumhurbaşkanının takdiridir, atayabilir. Ama aynı şekilde hareket eden Ahmet Nejdet Sezer'e bu yüzden kızmadık mı? Sayın Sezer'i bu yüzden en çok eleştirenlerin başında AK Partililer ve Sayın Gül gelmiyor muydu?
Bu ülkede demokrasi varsa öğretim üyelerinin iradesine saygı gösterip en çok oyu alanı atamak gerekmez mi?
Üstelik bu uygulama Sayın Gül için ilk ve tek örnek de değil. Gazi Üniversitesi Rektörü'nü de çok az oy almasına ve 5. sırada bulunmasına rağmen Sayın Gül Rektör yapmıştı.
İş bununla da bitmiyor.
AKP'den milletvekili adayı olan; aynı Partinin köşke çıkardığı Cumhurbaşkanı tarafından, 3. sırada olmasına rağmen Rektör yapılan Saraç'a karşı bugün AK Parti Diyarbakır Milletvekili Cuma İçten ağır suçlamalarda bulundu. 64 maddelik yolsuzluk ve hırsızlık iddiasını gündeme taşıdı.
Rektörün paralel yapıdan olduğu, ihalelerden ve öğretim üyelerinin maaşlarından cemaate para kestiği, Üniversitede cemaatçi kadrolaşma yaptığı gibi pek çok iddia ortaya attı.
İddialar insanın kanını donduruyor.
Eğer doğru ise Müslüman kimliği ile öne çıkan bir Rektör İslâm'a leke sürmüş demektir. Çünkü bundan sonra toplum ilk başörtülü Rektörü hırsızlık ve yolsuzlukla hatırlayacak. Bir takım hastalıklı beyinlerde nasıl bir Müslüman figürü oluşacağını düşünebiliyor musunuz?
İddialar yanılış ise bu büyük bir iftiradır. İftirayı atan yine İslâmî söylemlerle insanların oyunu alan bir partinin milletvekilidir.
Yani her iki ihtimalde de Müslümanlık zarar görüyor.
Onun için sevinemiyorum.
Keşke bunlar olmasaydı. Keşke kafaların içiyle uğraşabilseydik. Keşke bilimi, ahlâkı, teknolojiyi, demokrasiyi öne çıkarabilseydik. Keşke demokrasiye yürekten inanabilsek ve üçüncü ya da beşinci sıradan seçilenleri değil de en çok oyu alanı göreve getirebilseydik. Keşke Müslümanlığı siyasî ve iktisadî emellerimize alet etmeseydik.
Bu arada yazmadan geçemeyeceğim: Sayın Prof. Dr. Ayşegül Saraç'a yönelik iddiaların bir benzeri yine bir AK Parti Milletvekili tarafından Gazi Üniversitesi Rektörüne de yöneltilirse hiç şaşmayalım.