Hakk’ın kelamı karşısında insan halleri farklı farklıdır. Bu farklılık, kalplerin ilahi kelama yönelik duruşuyla doğru orantılıdır. İlahi ayetler, kimileri için şifa, hidayet ve rahmet tesiri gösterirken aynı ayetler bir başkası için kalbin kasvetine, hüsrana ve şaşkınlığa hatta dalalete sebep olabilmektedir. Burada belirleyici sır, kalbin kelamı ilahiye karşı taşıdığı niyet, duygu ve yönelişin keyfiyetidir. Bir başka ifadeyle Hakk’ın kelamına olan iman derecesi ya da şüpheci ve inkarcı bakış açısı, sonucu belirlemektedir. Ali İmran Suresinin 7 ve 8. Ayetlerinde bu hakikate şöyle dikkat çekilir: “Sana kitabı indiren O Allah dır. O kitabın bir kısım ayetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır, diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde sapma meyli bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu kişisel arzularına göre tevil etmek için ondaki müteşabihlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek payeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Bu inceliği yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Ali İmran; 7-8)

Bu ayette dikkat çekilen temel mesele, Allah’ın ayetlerine karşı kalplerinde eğrilik bulunanlar ile ilimde derinleşmiş olanların duruş farkıdır. İlimde derinleşmiş gerçek alimler, öncelikle indirilen ayetlerin tamamının Allah katından olduğuna iman etmişler yani doğruluğunu kalben tasdik edip kabullenmişlerdir. Kaplerinde eğrilik bulunanlar ise birden fazla manaya gelebilecek ayetlerin peşine düşüp bir kargaşa ortamı (fitne) oluşturmayı hedef haline getirmişlerdir. Bu hassas noktayı anlayıp bundan öğüt alarak istikamete dönebilmek ve istikamette kalabilmek için ise “ülül elbab” olmak gerektiğine işaret edilmiştir. “Ülül elbab” demek ise, imanla hidayet bulmuş bir akletme melekesine sahib olmak demektir. Buradan anlaşılan şudur: İmandaki zaafiyet kadar ayetlerdeki işaretleri anlamak zorlaşmakta ve hatta yanlış anlamalar ortaya çıkmaktadır. Hatta bazen öyle anlayışlar ortaya çıkmaktadır ki bir hidayet vesilesi olan ayetler, kalplerdeki fesat sebebiyle hüsranı artırmaktadır.

Ayet ise çok daha dikkat çekici bir şekilde gerçek alimlerin bu sırrın farkında olduklarına işaretle Rablerine şöyle niyazda bulunduklarını ifade eder: “Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize tarafından bir rahmet bağışla. Şüphesiz, lutfu bol olan yalnız sensin. Kuranı Kerim, Rabbimizin kelamı olması hasebiyle yüksek bir edep ve tazimle yaklaşılması gereken bir kitabı azizdir. Kur’an ayetleri ile sıhhatli bir buluşma gerçekleştirmek isteyenlerin öncelikle kalplerindeki niyetlerini düzeltmeleri gerekecektir. Onu sıradan bir beşer kelâmı gibi görme gafletine düşmemelidir.

Kadir Mısıroğlu anlatıyor: “Ben, çok sayıda Osmanlı bereketini almış alim ve hocaefendi tanıdım. Bunların içinde en çok takdir ettiğim kişi, Reisül kurra Abdurrahman Gürses hocaefendiydi. Vakar sahibi bir alimdi. Bir hatıramı paylaşmak isterim: Son dönem meşayıhından Musa Topbaş Efendinin evinde bir sohbet meclisinde bulunuyoruz. Sohbete Kuranı Kerim okunarak başlanması istendi. Abdurrahman Gürses hoca, tilavet için istiaze ve besmeleyi yeni okumuştu ki, tam o esnada orada bulunanlardan birisi, hocanın yanına geldi ve kulağına eğilerek: “Hocam, biraz kısa okusanız. Zira sizden sonra Üstad Necip Fazıl’ın bir konuşması olacak” dedi. Bunun üzerine Abdurrahman hoca hemen “Sadakallahül azim”, diyerek kıraati sonlandırdı. “Hayrola hocam, hiçbir şey okumadınız!” diyerek hayretini ifade edenlere de, hocaefendi büyük bir vakarla şu karşılığı verdi: “Kul kelamının Allah kelamına tercih edildiği bir yerde, ben Kuranı Kerim okumam!”dedi. Rabbimiz Kuranı Kerim’i sıratı müstekimi gösteren bir hidayet rehberi, insanı bereketli bir şahsiyete dönüştüren bir rahmet menbaı, göğüslerde olan hastalıklara manevi bir şifa vesilesi, inkar ve şüphe karanlıklarını aydınlatan bir nuri ilahi, hakikatleri akıl ve vicdanlara hatırlatan bir yüce öğüt (zikir) ve firaset ve basireti hem açan ve hem de besleyen bir kaynak (besair) olarak gönderdiğini beyan etmektedir. Öyleyse Kuran-ı Kerim’le buluşmak isteyen mümin gönüller ancak böylesi tertemiz niyetlerle ona yaklaşmalı, onunla buluşmalı, ülfet etmeli ve nihayet istifade etmelidir.

Hakk’ın ayetlerine inandıktan sonra bir mü’mine düşen vazife, onları doğru anlama ve hayat haline getirme çabası olmalıdır. Kalp alemindeki temiz yönelişin (mutahher) ölçüsü kadar Rabbimizin muradını kavramak mümkün olacaktır. Hidayet isteyen hidayet bulacak, rahmet isteyen rahmete kavuşacak, karanlıktan çıkmak isteyen de bir çıkış yoluna erişecektir.

Rahman’ın ayetleri kulu yüceltmek içindir; düşürmek için değil. Ancak her kim ayetlere iman ve saygı ile yaklaşmaz da onlara tutunarak yücelme yerine, süfli emellerine ulaşma uğruna onları basamak edinecek olursa, böyleleri daha dünyada iken perişanlığı ve maskaralığı tadacaklardır. Kuran-ı Kerim’de böylelerinin misali de şöyle anlatılır: “Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz, fakat onları bir kenara atan, bu yüzden şeytanın peşine düştüğü, nihayet azgınlardan olan kişinin haberini onlara anlat. Eğer biz isteseydik o kişiyi ayetlerimizle yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı, hevesinin peşine düştü. İşte böylesinin hali, kovsan da bıraksan da hep dilini çıkarıp soluyan köpeğin haline benzer. Ayetlerimizi yalan sayan topluluğun durumu işte böyledir. Şimdi sen bu kıssayı anlat, umulur ki iyice düşünürler.” (A’raf Suresi, 175-176) “Kur’an okuyacağın zaman rahmetten kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” (Nahl 98) emrinin bir hikmeti de insan ve cin şeytanlarından ortaya çıkan kimi vesveselerin ve şüphe telkinlerinin Kur’an’a tertemiz bir gönülle yaklaşmanın önünde bir perde teşkil edeceği içindir. Böylesi görüş ve telkinlerden içinde yaşadığımız şu iletişim çağında uzak kalabilmek son derece müşkil olduğundan, Rabbimizin hıfz u emanına daha fazla sığınmak gibi bir sorumluluğumuz vardır. Öyleyse Kuranla her bir iletişimizde “Eüzü billahi min’ş-şeydanirracim” diyerek Rabbe sığınmalı (istiaze) ve “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek de O’ndan yardım niyaz etmeliyiz (istiane).