12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 44 yıl geçti. Kod adı "Bayrak Harekatı" olarak belirlenen darbe planının uygulanması için ordu komutanlarına 11 Temmuz 1980 günü saat 04.00'te harekete geçilmesi emri verildi. Ancak Süleyman Demirel'in başbakanlığındaki hükümetin 2 Temmuz'da güvenoyu almasıyla darbeciler bu planı erteledi. Tarihler 12 Eylül'ü gösterdiğinde, Türkiye demokrasisine darbe vuracak plan, sabaha karşı uygulandı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşan darbeci Milli Güvenlik Konseyi, bütün yetkileri ele aldı. Siyasi partilerin kapısına kilit vuran darbeciler, Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit'i Hamzakoy'a, Necmettin Erbakan ile Alparslan Türkeş'i ise Uzunada'ya sürgüne göndererek siyasi yasak getirdi. Takvimler 9 Ekim 1980'i gösterdiğinde sol görüşlü Necdet Adalı ile ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu idam edildi. Kanlı uygulamaların yanı sıra demokrasinin askıya alındığı süreçte 650 bin kişi gözaltına alındı, 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 binden fazla kişi hakkında idam talep edildi. Hukukun askıya alındığı o günlerde, 517 kişi ölüm cezasına çarptırıldı ve 50 kişi hakkında idam kararı yerine getirildi. 12 Eylül darbesinin şahitleri ise Yenigün Gazetesi’ne özel açıklamalarda bulundu.
ÜLKÜCÜLER VE DEVRİMCİLER KARŞI KARŞIYA GELDİ
12 Eylül darbesinin şahitlerinden Ahmet Polat, Konya’da 1970 senesinde Genç Ülkücüler Teşkilatı kurucu başkanı olduğundan bahsederek 12 Eylül döneminde Ülkü Ocakları ve ülkenin yaşadıklarını anlattı. Ahmet Polat, o dönemde çok sayıda insanın kötü işkencelere maruz kaldığını belirterek, “Amerikalılar, ‘Bizim çocuklar Türkiye’de ihtilal yapmış’ diye bir açıklama yapmıştı. Bizim çocuklar dediklerinin içinde Kenan Evren de var. 12 Eylül harekatından önce gençliği birkaç kampa böldüler. Birkaç kampa bölünmesi Amerika’nın tamamen yeşil kuşak projesi kapsamında Türkiye’de yapıldı. Ülkücüler ve devrimciler birbirleriyle karşı karşıya kaldılar. O arada solcuların içerisinde yuvalanan kürtçü hareketi güçlü bir hale geldi. 12 Eylül’den önce de 12 Mart’ta gençlik hareketleri üzerinde çok değişik iktidar baskılarında bulundular ve gençleri bulundukları fikir içerisinde cezalandıracak mekanizmalar ortaya koydular” diye konuştu.
‘KARA LEKE OLARAK KALDI’
12 Mart muhtırasının ve 12 Eylül ihtilalinin Türkiye’de ‘kara leke’ olarak anıldığını ifade eden Polat, hür fikre, hür inanca ve insanların özgürlüklerine askeri hareketlerle el uzatıldığını belirtti. Bu askerlerin sağcıları Mamak’ta, solcuları Diyarbakır cezaevinde akıl almaz işkencelere tabi tuttuklarından yakınan Polat, “Hatta dönemin konsey başkanı Kenan Evren, “Bir sağdan, bir soldan astık. İhtilalin olması için şartların olgunlaşmasını bekledik” diyordu. Şartların olgunlaşması için kendileri ellerinden gelen karışıklığı çıkarmak adına her şeyi yaptılar. 12 Eylül harekatından sonra yüzlerce kişi çeşitli şekillerde zindanlarda işkence ve eziyet gördü. 12 Eylül ihtilalinin olduğu gün Türkiye’nin büyük bir kısmında sıkı yönetim vardı. 12 Eylül ihtilalinden önce bizim dönemde Ülkü Ocaklarının 1976 senesinde ülke çapında bin adet şubesi vardı. 12 Eylül döneminden önce Milliyetçi Hareket Partisi’nin 85 tane yan kuruluşu vardı. Bu yan kuruluşlardan bir tanesi Ülkü Ocakları’ydı. Yani ülkücü hareket hiçbir zaman illegal bir hareket olmadı. O dönemde sol hükümet vardı. Biz de sağ bir teşkilat olunca tedbirimizi almıştık. Dolayısıyla bizim görevde olduğumuz dönemde herhangi bir soruşturmaya maruz kalmadık” şeklinde konuştu.
‘12 EYLÜL’DE HER ŞEYİMİZE MÜDAHALE ETTİLER’
12 Eylül harekatının, Türkiye’de “Uyumlu İslam” projesinin, ki bu Amerika’nın FETÖ ile ilerlettiği bir projedir, gelişmesine neden olduğunu açıklayan Polat, “Dolayısıyla 12 Eylül sağ ve soldan olan gençlere eziyet edilen bir hareketten ibaret değil. 12 Eylül döneminde Diyanet’in maaşının Suudi Arabistan ve ABD’nin ortak olduğu bir teşkilat tarafından verildiğini duyuyorduk. Yani 12 Eylül’de her şeyimize müdahale ettiler” diye ekledi.
O DÖNEM İDAM TALEBİYLE YARGILANDI, İŞKENCE GÖRDÜ!
Hakverdi Satılmış ise, 16 Nisan 1978 tarihinde dönemin sağ ve sol çatışmalarında henüz 15 yaşındayken cinayet iftirasına uğrayarak cezaevine girdiğini anlattı. Göz altında 15 gün boyunca işkenceye maruz kaldığını aktaran Hakverdi Satılmış, bir süre Ulucanlar Cezaevi’nde kaldığını dile getirdi. 12 Eylül 1980 Darbesi sonrası ise “MHP ve ülkücü kuruluşlar davası” olarak 220 kişiyle beraber idam talebiyle yargılandığını söyleyen Satılmış, “Dönemin Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal tarafından 1991’de çıkarılan af sayesinde beraat ettim. Ardından uğradığım iftira nedeniyle devlete dava açtım ve kazandım. Yıllarımı bir iftira ve darbe nedeniyle cezaevinde harcadım. ‘MHP ve ülkücü kuruluşlar davası’ sanığı olarak 220 idam içerisinde idam talebiyle yargılandım. ‘C 5’ denen özel işkence hane vardı. Bizi orada sorguladılar, işkence yaptılar. Neticede annemi getirdiler. 80 yaşındaki yaşlı kadına işkence yaptılar. Nurettin Soyer ve 12 Eylül çetesi, işkenceci polisler, Dürüst Oktay, Zeki Kaman, Alper Yaz, Süleyman Ulus, Naim Tatar isimlerini unutmadık. Unutmamız da mümkün değil. 220 idam talebiyle yargılandığımız ‘MHP ve ülkücü kuruluşlar’ davasında Başbuğ Alparslan Türkeş, Muhsin Başkan, hep beraber yargılandık. 19 Ağustos 1981 günü mahkememiz başladı. Başbuğ Türkeş’i İstiklal Marşı okuyarak karşıladık. İstiklal Marşı okumaktan hücrelere atıldık. İşkence gördük, savunmamız alındı. Yani bu ülkede İstiklal Marşı okumaktan yargılananlardan bir tanesiyim ve şeref duyuyorum. Mamak Cezaevi’nde işkenceye, zulme dayanacak bir halimiz kalmamıştı. Ölüm oruçlarına başladık. İsyanlara başladık ve Mamak Cezaevi 1987 yılında dağıldı. Türkiye’nin değişik cezaevlerine gönderildik. Bir kısmımız Ulucanlara tekrar geldik. O dönem 1987 ila 1990’lı yıllarda cezaevlerinde işkence vardı. Gardiyanlar, gelen insanları kapı altında karşılıyor ve işkence yapıyorlardı. Koğuşlara öyle gönderiyorlardı. 5 ila 10 gün hücrelerde tutuyorlar. Zaten bitkin bir halde koğuşlara geliyorsunuz. Koğuşlarda gıda, hijyen yok, temizlik yok, insan hakları yok. Tabii bu zulmü 12 Eylül cunta rejiminin generalleri, Amerika uşağı generalleri, Türk milliyetçilerine, ülkücülere işkence yaparak yıldırmaya çalıştılar ama biz küllerimizden yeniden doğduk. Bugün ülkücü hareket yine ayakta. Silah zoruyla demokrasiye el koyan Amerikan uşağı 12 Eylülcü’leri kınıyoruz. Onlarla hesaplaşacağız ahirette” diye anlattı.
KARA LEKE OLAN DARBELER, İHTİLAL OLMUŞ!
Konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunan Araştırmacı-Yazar Mustafa Güden ise şunları söyledi: “Ülkemizde 12 Eylül darbesine zemin hazırlayan hadiselerin, mercek altına alınarak hassasiyetle incelenmesi lâzım. Zira cihan devleti Osmanlı’nın gücünü kırabilmek arzusuyla batılı ülkeler çok evvelden, “Kilit içeriden açılır” prensibiyle hareket etmeye başlamışlardı. Birinci Dünya Harbinden sonra Osmanlı’nın çekildiği topraklarda kurdurdukları devletçikleri güdümüne alan batılı devletler Türkiye hakkında da aynı emeli taşıyordu. Bunların örgütleyip finanse ettiği birtakım kuruluşlar ülkemizde yürüttükleri çalışmalar neticesinde anarşi ve terör ortamını hazırladılar ve önce 1960 darbesine giden süreç yaşandı. Sonra da 12 Eylül 1980. 12 Eylül darbesi yaşanan kavgaları, kitle eylemlerini, cinayetleri bitirmiş olmakla beraber; o dönemin şartları öne sürülerek getirilen bir takım yasal düzenlemeler varlığını halen sürdürüyor. Fakat 12 Eylül öncesinde farklı saflarda birbirleriyle kavga eden insanların olaylar dindiği zaman aynı masanın etrafında toplanıp sohbet edebildiklerini, samimiyet kurabildiklerini görmek 12 Eylül öncesinde bu insanların neden ayrı düşündüklerini sorgulama ihtiyacını da getiriyor. Nitekim bu sorgulamayı yapan bazı ağabeylerimizin, her fraksiyonun için de pek çok gerçek vatanseverin bulunduğunu ifade etmeleri önemlidir. Darbeden önce şehirlerde, karşıt görüşlülerin giremediği, geçmekten çekindiği kurtarılmış bölgeler vardı. Kahvehanede çay içerken, durakta otobüs beklerden yanı başınızda “Kavgalar çıkıp silahlar patlayabilir” endişesi vardı. Darbe olduktan hemen sonra bütün silahların susması halkı ilk planda çok memnun etmişti. Darbenin başında olan Kenan Evren’in o dönemde verilen idam kararlarını anlatırken hâkimlere, “Bir sağdan, bir soldan asın” diye talimat verdiğini açık seçik söylemesi, tesis edilmek istenen şeyin adalet olmadığını ortaya koyuyordu. Henüz reşit olmamış gençlerin de idam sehpasına çıkarılmış olmaları darbenin açtığı yarayı gösteren önemli bir fiildir. Bütün bunlardan sonra sivil yönetime geçiş için hazırlık yapıldığı sırada yazılan anayasa hakkında, “Eleştiri yapılmaması şartının getirilmesi” de darbe demokrasisinin bir örneğidir ki yıllardır bu anayasanın değiştirilmesi hep söylenegelse de mümkün olmamıştır. Bakın, 27 Mayıs darbesi bir zaman bu ülkede bayram olarak kutlandı, 12 Eylül’e insanlar şükrettirildi. Çünkü darbelerin adı darbe değil, ihtilaldi. Sadece ülkemizde değil, dünyaya da insanlara “İhtilal” olarak sunulan eylemlere baktığımızda pek çoğunun darbe olduğunu görürüz. Ve neredeyse bütün darbelerin arka planında o ülkeye dair emelleri olan ülkeler vardır. Mesela 27 Mayıs Darbesi yapıldığında Türkiye’de genel seçim kararı alınmıştı ve seçimin istedikleri sonucu getirmeyeceğini görenler darbe yaptırdı, adını da ihtilal koydular. Bu sebeple bütün darbeler kara, hem de kapkara bir lekedir. Darbeler döneminde getirilen anayasalar hikmeti kendinden menkul bir şekilde, kolaylıkla değiştirilemiyor. O anayasalara dokunmak bir yana, dokunmaya tevessül edenlerin eli değil ciğeri yanıyor. Evet, Türkiye kendi anayasasını, ihtiyaçları ve inançları çerçevesinde yeniden yazabilmelidir. Bunun için de ülkenin çok güçlü bir irade ortaya koyması gerekiyor.”