Zağra Müftüsü'nün anlattıklarını, 1913'te Balkan Harbi kitabını yazan, Ermeni Aram Andonyan doğrulamaktadır. Balkan Harbi ile, “ani ve beklenmedik biçimde” meydana gelen sonuca Avrupa diplomasisi, yaklaşık dört yüz yıldan beri ulaşmak için çaba harcamaktadır. Ama en dikkat çekici nokta, “daha dün birbirine düşman” olan dört Balkan devletinin arasında kurulan ittifaktır. Bulgaristan'la Sırbistan, bağımsız olur olmaz birbirleriyle savaşmışlardır. “Yunanlılarla Bulgarlar, daha birkaç yıl öncesine kadar düpedüz birbirlerini boğazlıyorlardı. Karadağlılarla Sırplar, aralarındaki kan bağlarına rağmen, sürekli olarak birbirleri ile çatışır, hatta vuruşurlardı. Nasıl oldu da birbirlerinden nefret eden bu bağdaşmaz devletler tek bir gaye etrafında birleşebildiler, hele bugüne kadar aralarındaki çatışmaların esas konusunu meydana getiren bu gaye üzerinde anlaşabildiler?.. Hınç ve düşmanlıklarını susturup nasıl el ele verebildiler” (Andonyan, 1999, 10).

Andonyan, Balkan Harbi sırasındaki Dışişleri Bakanı'nın Ermeni kökenli olduğunu bilerek Jön Türk yönetimini sorumlu tutar: Meşrutiyet kılığı altında son beş yıl ülkeyi Jön Türkler yönetmiştir. “Uzağı görme yeteneğinden yoksun oluşuyla, beceriksizliğiyle, hatalarıyla, yurdun ilerlemesi ve güçlenmesi bakımından, devirdiği istibdat kadar zararlı” olmuşlardır (Andonyan, 1999, 10).

Ömrünü, Paris'teki Ermeni kütüphanesinde tamamlayan Andonyan'a göre, Balkanlar'daki “her ırkın arkasında dindaş, hatta soydaş bir koruyucu devlet” bulunmaktadır. “Bu devletler için Balkanlardaki çatışma ve çarpışmaların sürmesi çok önemli ve gerekliydi; çünkü karışıklıkları bahane ederek siyasi gayelerini gerçekleştirmeye çalışırlardı.” Rumlar, ilk 1770'te Rus donanmasını Mora önünde görünce ayaklanıp, komşu halkları da peşlerinden sürüklemişlerdir. Yunanistan'ı bağımsızlığa kavuşturan da Osmanlı-Rus savaşı ardından imzalanan 1829 Edirne Antlaşmasıdır. Müslümanların güneye, denize doğru çekilmesi Balkanları sükûna kavuşturmuyor, tam tersine Türklerin gitmesi üzerine kavga şiddetleniyordu. Kırım Harbi'nin sebebi, Rusların Avrupa Türkiye'sinde yaşayan on iki milyon Slavı, Çarlık himayesine alma ültimatomudur. Balkan Harbi, Kırım ve 93 Harbi'nin özellikle Ayastefanos Antlaşması ile onun Berlin Kongresi'nde uğradığı değişikliklerin doğrudan sonucundan başka bir şey değildir (Andonyan, 1999, 17-21).

93 Harbi'nde Silistre, Plevne, Şipka derken direniş noktaları kırıla kırıla Edirne, İstanbul yolu açılmıştır. Balkan Harbi, bu yolu Çatalca'ya, İstanbul'un kapısına getirir. Birinci Dünya Harbi'nde ise İstanbul da işgal edilmiştir. Yenilgi, yalnız maddî alanda değildir. Osmanlı ileri gelenleri/aydını mağlubiyeti, Avrupa içindeki dengelere dayanarak durdurmayı, toprak kaybını önlemeyi düşünür. Sırayla İngiliz, Fransız ve Almanlar, sığınak olarak zihinlerde yer alır. Artık, Avrupa'nın telkinine açık nesiller, Genç Osmanlılar, Jön Türkler yetişmiştir. Bundan sonra yenilgi, kültür ve medeniyet değerleri alanında da mukadder olacaktır. Meydanlardaki savaşlar, ruhunu kaybeden biyolojik varlığın, hayatta kalma reflekslerine dönüşmektedir. Jönler, iktidarı ele geçirince Fransızlar çok sevinmiştir: “Genç Osmanlılar iktidara geldiğinde Fransa'da bir feryattır kopuverdi.. Paris gazeteleri methiyeler yazıyorlar ve Osmanlının kurtarıcılarının her hareketini desteklemeye hevesli görünmeyen Fransa elçisini suçluyorlardı. Bir zaman sonra karşılaşılan hayal kırıklığı yerini çok geçmeden kızgınlığa bıraktı. Bu saatten itibaren Osmanlıyı silah kuvveti ile Asya'ya sürmekten başka çare yok gibiydi.” (Lauzan, 128).

Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma prensibinin ateşli savunucuları görünümündeki İngiltere'nin, Kıbrıs'a konması, ardından Mısır'ı işgali, zihniyet dönüşümünü (öze dönüşü değil), “efendi değiştirmeyi” düşündürtür. “Gülhane Hattı Hümayunu ve Tanzimat, daha çok İngiltere'nin” eseri (Andonyan, 1999, 32) iken; Babıâli Baskını, Almanya'nın güdümündeki asker Jön Türklerin işidir.

Bizdeki zihni tahribat, Balkanların bazı kesiminde o düzeyde olmamıştır. Bir kısa kıyas Batıcı aydın tipi ile Sırp Piskoposun farkını ortaya koyacaktır: Balkan Harbi, koca Rumeli'yi yeni kaybettirmiştir. Barut kokuları kaybolmamış, dumanları tütmeye devam etmektedir. Rumeli'de yolculuk yapmak zorunda kalan eşraftan bir Türk, menziline ulaşamadan akşama yakalanır. Ortam tehlikeli, güvensizdir. Arabacısı der ki, “İstersen, şu orman içinde bir kilise var, onun misafirhanesinde geceleyelim.” Çaresiz öyle yaparlar. Geceyi kilisenin misafirhanesinde geçirirler. Fakat sabah erken, bir papaz, kapıyı vurup misafirleri ibadete çağırır. Yolcu, kendisinin Müslüman olduğunu belirterek ibadete katılamayacağını söyler. Papaz, özür dileyerek çekilir. Yalnız, beş-on dakika sonra tekrar gelerek kabul ettiği takdirde Piskoposun kendisi ile görüşmek istediğini bildirir. Birkaç fakülte bitirip kendini iyi yetiştirmiş piskoposla, ağır-ciddi, uzun bir görüşme başlar. Sanki sıcağı sıcağına tarih yargılanmaktadır. Piskopos, bir Alman gazeteci ile röportajını anlatır. Alman gazeteci, bu Ortodoks din adamına, “Sırbistan'ın en kötü tarihi hangisidir?” anlamında bir soru sormuştur. Alman gazeteciyi hayrette bırakan cevap şudur: “1683”. Alman'a göre, bu tarih aslında mübarek bir tarihtir. Çünkü İkinci Viyana bozgunu, Rumeli Hıristiyanlığına istiklâl yollarını açmıştır. Böyle bir tarihin, Sırbistan adına kötü olması nasıl mümkün olabilecektir? Rus kirletmesine henüz uğramamış, Osmanlı yönetiminde bir ömür geçirmiş Piskopos, Müslüman misafirine gerekçesini şöyle anlatır: “Biz, efendiliği, ağalığı, medeniyeti ve insanlaşma anlayışını siz Türklerden öğrendik. Gidin kuzeydeki Katolik Sırplara bakın.. Bizdeki efendilik tutumunu onlarda asla göremeyeceksiniz. Üstelik Kudüs'ü ziyaret etmek istediğimiz zaman heybelerimizi sırtlayıp, kimseye sormadan ve hesap vermeden gidip gelebilirdik. Şimdi ise, kaç devletin hududunu geçmeye, kaç sınırın memuruna dert anlatmaya mecburuz. Bizim neslimizde henüz sizinle müşterek olan o efendiliğin izlerini bulabilirsiniz. Ama bizden sonra Sırbistan'da o terbiye, ağalık ve efendilik mirası, tamamıyla bitmiş olacaktır.” (Ayverdi, 1977, 252).

Piskoposu doğrulayan bir başka olay, Üsküp içinde üç bin metrekarelik arazi içinde konağı bulunan Salih Bey olayıdır. Salih Bey'in elinden, Ruslar tarafından organize edilen Sırplar ve komitacılar tarafından, Üsküp dışındaki muazzam arazisi alınarak parçalanıp, dağıtılmıştır. Balkan Harbi sonrasında konağında sadece uşağı ve kâhyası ile yaşayan Salih Bey'i, yerli Hıristiyanlar, bir grup oluşturarak hem alaya almak hem de gözdağı vermek üzere ziyarete gelirler. Uşak, çaresiz, gelen kalabalık için beyini haberdar eder. Emir, “hepsini içeri alın”dır. Salih Bey, divanhânesine oturur. Üstünde Rumeli kesimi elbisesi, elinde içmekte olduğu nargilenin marpucu vardır. Kalabalık karşısına gelince, “başını bile kaldırmadan, tam beyliğin şanına yakışır bir vakar hatta azamet ile” öpmeleri için kolunu yukarı kaldırarak misafirleri, beylik âdâbı üzere buyur eder. Ardından sorusu şudur: “Beni ürkütmeye mi geldiniz?” Tepeden inme, pervasız, korkusuz soru üzerine gelenler şaşırmışlardır. Bey devam eder: “Arazimi elimden aldınız. Pekâlâ. Ama beş yüz senedir o topraklarda kimsenin burnu kanamış mıdır? Size geçer geçmez, tam yüz kişi boğazlanıp birbirini öldürdü. Biz susuyoruz. Ama sizin hem diliniz durmuyor hem ileri geri neler söylüyorsunuz. Yalnız diliniz söylese, gene de iyi. Söz, asıl piştovlarınızın ve kamalarınızın oldu. Hem bizi hem de kendinizi kırdınız, daha da kıracaksınız.” (Ayverdi, 1977, 250-251). Salih Bey'in sözü, geçerliliğini yüz yıl sonra hâlâ korumaktadır. Üsküplü Yahya Kemal, “o kanlı bıçaklı Makedonya komitacıları, Türk muhabbetini herkesten fazla izhar ediyorlardı. Rumeli'de Türk idaresinin iyiliklerini, güzelliklerini yana yakıla anıyorlardı, Türkler lehinde işittiğim mütâlaaları toplasam bir cild olur” tanıklığını kaydeder (Yahya Kemal, 1976, 167). İş işten geçtikten, Salih Beyler yokluk kervanına katıldıktan sonraki hayıflanma, mevcut yönetimlerin eskiyi aratmasının bir sonucu değil midir?

Balkanlardan dönüşümüzün sosyal boyutunu kavramadan, okumuşlarımız bozgunu sorgulamaya niyetli gözükmemektedir. Çünkü Balkan bozgununu hazırlayan, değerlerdeki çöküntü, devam etmektedir. O çöküntüyü, kendi kafa ve kalbinde taşıyan insanlardan, halkın çilesinin sebeplerini anlamayı, yenilgi nedenlerini sorgulamayı istemek, öncelikle kafa ve yüreklerdeki bozgunun yeniden değerlendirilmesini istemek olacaktır.