“Tık tık! Kimse var mı? Ben; dili baldan tatlı, yüzü güneşe benzeyen, bakıldığı zaman sevgiyi andıran, gülüşüyle cana can katan birisine bakmıştım; acaba oralarda mı?” (Anonim) 

Çok küçük yaşta iken; masum, saf, kelimelerin seslerini işitmeden önce; bu sözü bir arkadaşım sevgi ile karalanan hatıra defterimin ona ayrılan kısmına yazmıştı.

Bugün bir anda hatırıma düştü. Ve düşüncelerim çepeçevre sardı bu kelimeleri…

Kapılar… Bir yüreğe girmek için de kullanılır. Onlar ilk andan itibaren hiç tereddüt etmeden sonuna kadar açılan kilitsiz yerlerdir. Biri ile ilk defa muhabbet ettiğimizde ondan; “tanışabilir miyiz?” diye izin almayız. Ama tanıştıktan sonra memnuniyetimizi belirtiriz. Belki de koşulsuz, şartsız sunulan bir nimetin şükranıdır bu…

İsmet Özel: “Her insan teki bir kapı önünde doğar. Ama insan sadece kapı önünde doğmaz. Bizatihi bir kapı olarak doğmuş bulunur.” der. 

Evet, her insan farklı bir dünya olarak doğar. Düşünceleri, fikirleri, kendine ait çizgileri, yetiştirilme şartları, adetleri ve örfü olarak birden fazla faktörden etkilenerek yetişkinlik kapısından geçer. Ve hayatını o güne kadar biriktirip, ilgi alanlarını keşfettiği nokta üzerine kurar.

Her insan ayrı bir imparatorluktur. Kendine göre kuralları ve yasakları vardır. Biri ile tanıştığımız zaman sanırım ilk buna dikkat etmeli ve saygı duymalıyız. Aksi taktirde izinsiz haneye girilmesi büyük bir suç olduğundan, cezalandırılmamıza sebep olabilir. 

Bunların haricinde dünyanın, insan hayatına dayattıkları ve kabul ettirdikleri de söz konusu olabilir. Misal para! Değerini düşünülmeden ele alınıp, şöyle bir sağı solu incelendiği zaman hiçbir şeye benzemeyen fakat üzerinde yazılı olan rakamları görünce yaşamların ortasına yumruğunu vuran bir kâğıt parçası…

İnsanlar hayatlarını tamamen bunun üzerine kurmaya başladı. Genç kızların ilerdeki hayali zengin koca bulup, ömrü boyunca mağaza mağaza gezmek oldu. Genç erkeklerin ise çok zengin olup, lüks otomobilleri ile hava atmak… Peki ya neredeydigönül zenginliği? 

Bir söz söylenir ya; “Hayaller Paris, hayatlar gecekondu” diye aynen öyle… Böyle olmamızın tek nedenini yine evlerimize, hayallerimize musallat olan; o, televizyon denen kutulara bağlıyorum. İnsanlar gerçek hayattan kesit alıp onu ders mahiyetinde filmlere uygulamak yerine, hayallerdeki yaşamları özendirecek ve öyle yaşamak için çabalamamıza sebep olacak diziler çekiyor. 

Daha sonra ise doyumsuz ve memnuniyetsiz insanlar çoğalıyor. Kimse kimseyi beğenmiyor. Evlilik bir evcilik oyununa dönüyor. Mızıkçılık yapınca, ilk soluk mahkemede alınıyor. 

Ne oluyor bize? Ne zaman bu duruma geldik biz?Nereye gitti “hastalıkta, sağlıkta” diye başlayan verdiğimiz sözler?..  Zat-ı şahanemiz razı olmuyor beş parasız, yüreği zengin hayatlara… 

Hayatta geldiğimiz andan itibaren dört bir yanımızdan saldıran düşmanlarla savaşmak zorunda kalıyoruz. Bebekken; ailelerin teknolojiye bağımlılığından dolayı ilgisizlik ile…Çocukken; teknolojinin hükümdarlığı altına girmek ile… Ergenken bitmek bilmeyen özendirici hayatlar ile… Yetişkin iken; hayat standartını artırmak için para ile, zengin olmadığın için seninle hayat yoluna çıkacak kimseyi bulamamak ile ya da kira, elektrik, su ücretlerine yetişememek ile…Yaşlı iken; yetmeyen emekli maaşını ile… Sürekli savaş içerisindeyiz.

Sanırım yaşamak sadece savaşmaktır. Ne zaman bu dünya kapısından içeriye giriyoruz işte o zaman başlıyor çilemiz. Küçükken zillerine basıp kaçtığımızda kapılar açılıp, kızgın bir ses tonu bizi karşılayarak azarlıyor ise; şimdi bir işimiz olduğu halde bastığımız ziller ile aralanan kapılar suratımıza hunharca çarpılıyor. Hepimiz “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı ile hayatlarımızı sürüp gidiyoruz.

Sanırım bu dünya bana birkaç beden büyük. Eğer kapanmadıysa girdiğim kapı, müsadenizleben geri dönmek istiyorum.