Salacak’ta kâgir bir evin yer yer yıpranmış ahşap verandasında, asıldığı makrame çiçeklikte sallanıp duran mor pembe renkli küpe çiçeğini seyrederken eskilere dalıp gidiyor… 

Anneciği ne çok severdi çiçekleri. “Şellaki şımardı bu sene”, “hanım çantası aldım Asiye yengenden şuncacıktı bak nasıl da senesi dolmadan saksıyı doldurdu arsız!”, “kauçuk sıcağı seviyor fazla sulanmaya da gelmez tam tembel çiçeği” nevinden sözler hiç eksik olmazdı evlerinden. 

Şen kahkahalı kadın… Yaşadıklarına inat ne içtendi gülmeleri. Yemeyi, yedirmeyi severdi dahası gezmeyi. 

Ev her daim lavanta kokardı. Çamaşırın son suyuna çivit atanlar kafilesinin belki de son üyesiydi. 

Atadan kalma iki katlı evin bakımını her yıl muntazaman yaptırırdı. “Sen ona bakacaksın ki o da seni kışta kıyamette koruyup saklasın evladım” derdi. Eşyanın kıymeti onda mal hırsı denebilecek türden değil belki vefa kelimesinin tam tanımını bulmasından ileri gelebilirdi. Hakeza çiçeklerini evin bir ferdi gibi görür asla dört evladından ayırt etmezdi. 

Her ana gibi belki biraz ziyadece düşkündü evlatlarına. Her birinden bahsederken gözleri parlar, coşkulu sözler ağzından taştıkça taşar; bu anlatış çokluk dinleyenlerin tek evladı varmış gibi algılamalarına neden olurdu.

Ana babasını değil ille kırk beş yıllık can yoldaşını kaybetmek çok hem de pek çok dokundu ona. Hayal kırıklığı… Evet, yaşadığı tam da buydu. Tam kırk beş yıl dile kolay, acısıyla tatlısıyla –ekşisiyle-  yaşanan onca yıl, paylaşılan onca an(ı); ”Anamın evinde sürdüğüm ömrün iki mislini koca evinde sürmüşüm” diyerek yuvarlak, kısa kirpikli, çakır gözleriyle uzaklara dalıp gittiği çokça vaki idi.

  “Akşamları ev daha bir sessizleşiyor, gündüzleri fani dünyanın hengâmesiyle nasıl olsa geçiyor fakat ille akşamları içime bir gariplik çöküyor ki sorma evladım” derdi.

Hatırlıyor da Salacak yokuşundan aşağı anne babası kol kola, neşe içinde yürürlerken arkalarından onları seyretmek meğer ne paha biçilmez bir kare imiş. Kadının üzerinde beyaz, vatkalı bir ceket, altında deniz mavisi pilili etek -komşunun kızına yeni diktirmiş- kısa tombul bacaklarına çarptıkça rüzgârlanıyor etekleri; adam her zaman ki gibi filinta; jilet gibi ütülü kumaş pantolonu, kolunda bastonuyla tam bir İstanbul beyefendisi…

Verandanın kenarında köşede yetim kalmış saksılar, çiçeklerin boyunları bükülmüş; sararan yaprakları dallarında kalmış, toprakları çatlamış susuzluktan. Anneciği hayatta olsa ne şenlenirdi ev; yetim kalmış çiçekler sevecenlikle gülümserdi bakanın yüzüne. Bir kere masanın üzerinde muhakkak taze demlenmiş çay olurdu bir de vanilyalı kurabiye, serçe parmağı kalınlığında yalancı sarmalar, acısı ekşisi tam ayarında kısır; ha bir de gül lokumu… Tertemiz, nakışlı peçeteler, üzerinde kraliyet ailesinin resmedildiği porselen çay takımı…

Her zaman anlatacak ne çok şeyi olurdu anneciğine. 

Bir yakınını kaybetmenin ifadesi asla bulunmaz sözcüklerde; ne söyleseniz, ne yazsanız cümleler eksik, ifade yarım kalır; kanıyor kelimeler içinde ancak kanlı kelimeler kussa içinden yine de hissettiklerini ifade de yavan kalıyor cümleler. 

Çok sevdiği bir şarkının sözleri fısıldıyor o an kulağına “Kanayan şu yaramın adı yok bilimde…”

Eski türkülerde “Ölüm Allah’ın emri de şu ayrılık olmasaydı” diye devam eden sözleri yazan âşık herhalde bir yakınını kaybetmenin acısını tatmamış olacak.

Mavi çiçekli sarmaşığın yapraklarını sere serpe yaydığı duvarda asılı kafes içinde garip kalmış kanarya. Suyu ve yemi tükenmek üzere; komşularda anahtar var ara sıra yokluyorlar ancak evin asıl sahibinin yerini tutar mı? Küçük kuş, farkında gibi olan bitenin,”dut yemiş bülbül” tabirinin canlı tanığını oynuyor.

İçerinin havasına ölüm sessizliği, kalıp sabun ve lavanta kokusu karışımında garipsemiş eski eşya ve az biraz kapalı kalmış ev kokuları hâkim. İnsansız ev nefesini yitirmiştir adeta o da sahibiyle beraber ömrünü tamamlamıştır, ölmüştür handiyse… Yaşama devam eden saksı çiçekleri ve minik kanarya evi canlı kılmaya yetmez. İnsandır temel direği. O yüzden evin direklerinden biri yıkıldı mı aksamaya başlar ev, öbürü de gidince büsbütün çöker.

Sonbaharın sarı boz ışıklı nazlı güneşi batmaya yüz tutarken içerinin karanlığına bir bu kadar da hüzün ekleniyor. Arka fondaki yalnızlık senfonisine uygun düşecek bir manzara belinleniyor gözünün önünde. Verandada hüznün yansıması, eski sayfalar arasında kalmış kuru yaprak tadındayken içerisi yası üzerinden atamamış gibi geliyor. Adeta halılar, koltuklar, duvarlar ağlıyor.

 Şimdilerde adına gümüşlük dedikleri eski ceviz büfede değişik zamanların tanığı fotoğraflar var. Bazısı siyah beyaz, kenarları tırtıklı, bazısı renkli; üzerlerine geçmiş zamanın tozları çökmüş sanki… Birkaçını alıyor yerinden itinayla dokunmaya kıyamaz çekinmelerde.  Birinde babası askerdeyken çekilmiş bir poz takılıyor gözüne. Yüzünde yirmi yaşın o her zorluğun üstesinden gelebilirim güvenişinde delikanlı pozu. Bir diğeri anne babasının evlendikleri gün çekilmiş. Duvaktan omuzlara kadar düşen saç lülesi ve gümüş teller, o zamanın modasını yansıtan fırfırlı etekleri ve elinde mor kumaştan yapılmış uzun saplı, iri tek bir gül tutan anneciği. Ne kadar zayıf, ne kadar çocuksu; babası takım elbise içinde biraz daha olgun ve her zamanki gibi yakışıklı, gülümseyerek bakıyorlar objektife. 

Sonra kendi çocukluğu; annesinin dikmekten zevk aldığı kısa etekli, karpuz kollu elbise içinde incecik kollarıyla tutunduğu hasır bir sandalyenin üzerinde oturuyor. Dantelli kısa çorapları ve kırmızı bağcıklı ayakkabıları ayağında parıldıyor. Belli ki bir bayram arifesinde alış veriş dönüşü çekilmiş; saçlar biraz dağılmış ve fotoğrafçıya gülümsemesi için minik ellerine tutuşturulmuş kâğıtlı şekerler görülüyor. 

Zaman denilen sarkaçlı saat sarkacını bir aşağı bir yukarı hareket ettirirken ucuna bağladığı ömürlerde çağ açıp çağ kapatıyor. Siyah beyaz fotoğraflardaki siyah saçlar renkli fotoğraflarda kırlaşmaya, pamuklaşmaya başlıyor. Bir aradayken fark edemediğin bu değişimi fotoğraflar bir tokat gibi yüzüne vuruyor çekinmeden. 

Telefon titreşiyor koltuğun üstüne bırakılmış çantanın içinden, aynı anda kapı çalıyor. İlk önce telefona mı kapıya mı yöneleceğini bilememenin şaşkınlığında çantayı eline alıp kapıya koşuyor. Atadan kalma kâgir evin yan apartman komşusu verandanın camını açık görünce eve birilerinin geldiğini anlamış elinde bir kase dumanı üstünde aşureyle gelmiştir. Gözlerinde umut veren menekşe gülücükler. O anda telefona kayıyor gözleri Oğlu mesajında sınav sonucunu aldığını, istediği liseye kabul edildiğini müjdeliyor…

Güneş, rüzgârın inatla üzerine taşıdığı bulut kümesinden başını çıkarmış yeryüzünü selamlıyor. Bir grup serçe akşam taamına kanat çırpıyor. Yaşlı dünya döndükçe iç içe geçmiş zıddıyla kaim kaideler bütünü hayatın sağlaması yok gerçeğini haykırırcasına değişken yüzünü çekinmeden sergiliyor. 

Tam bu anda ötelerin sesi fısıldıyor kulağına: “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır…”