Tanyeri karanlıktan ayrılıp, kızıla çalmaya başlamıştı. Hava hâlâ gecenin ayazına ev sahipliği yapıyordu. Uzaklardan kuş cıvıltıları duyuluyordu. Sabahın erken saatleri olduğunu belli eden horoz sesleri kuş cıvıltılarını bastırıyordu. 

Güneş iyiden iyiye kendini belli etmeye başlayarak, tüm dünyayı görkemi ile selamlıyordu. Bazı evlerde mutlu olan yürekler vardı. Bazılarında ise hüzün dolu bir hava… Hayat herkesi farklı farklı senaryolarda oynatıyordu. Kimin payına ne düşerse ona boyun eğmesi gerekiyordu.

Kulağımın dibinde güzel, ahenkle fısıldanan hoş bir kelam… Ufacık bedenim bu ezgi ile uzun bir huzur yolculuğuna başladı… Daha bu melodinin ismini dahi bilmiyordum. Bu ses tüm benliğimi baştan aşağı sarmıştı. Bu naif fısıltıdan sonra sessizce bir kelime söylendi ufak kulaklarıma… 

Çok sonralarda anladım ki o kelime bu hayatta beni simgeleyen bir isimdi. Okunan o ezgi ise Allah’ın çağrısı olan ezandı. Hayata böyle başlamıştım işte… Bir anne merhameti ile ufak ufak adımlar atarak... 

Dünyanın içinde olan kötülüklerden, çirkinliklerden, vicdansızlıklardan bihaber annemin koruyucu kanatları arasında yavaş yavaş büyüyordum. 

Hayat… Tek kelime ile milyonlarca şeyi simgeleyen koca bir âlem… İki bölüme ayrılmış; ezan ile başlayan, seni hemen içine dâhil eden bir yaşam. Güneş, bu âlemin padişahını yani adaleti simgeliyordu. Ay ise onun hizmetkârı olan veziri… 

Ben büyüyordum. Çoğu şeyden habersiz… Dünya oyundan ibaretti benim için… Herkes iyi kalpli ve arkadaştı bana… Ne yazık ki yanlış düşündüğümün farkına çok acı bir şekilde varacaktım. Ama küçüktüm. Masumdu yüreğim… Daha kirlenmemişti zihnim işte… 

Kendimi bir Süpermen kadar güçlü hissediyordum. Hiç kimse benim karşımda duramazdı. Hayal gücümden yarattığım özel yeteneklerimle her kötülüğü alt edebilirdim. Çünkü ben çocuktum, daha büyümemiştim. 

Ta ki kötü niyetli bir adamın pençeleri arasında kendimi bulana kadar… İşte o zaman büyümüştüm ben… Büyümek zorunda bırakılmıştım! 

O günden sonra güneş hiç eskisi gibi doğmadı… Dünyanın padişahı olan adalet tecelli etmedi. İnsanlar bir süre sonra “bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” mantığı ile yaşamaya devam etti. 

İşte kulağımda yine güzel bir ezgi… Sanki tüm kâinat kıyamet sessizliğine bürünmüş, bütün kötülükler dünyanın üzerine tünemişti. Bir ayet yankılanıyordu gökyüzünde; “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur…” (Maide suresi 5/32) Bedenler yaşıyordu lâkin insanlık son nefesini vermişti… 

Bulutlar tek tek damlalarını yeryüzüne bırakıyordu. Islak toprak kokusu kaplamıştı havayı… Yağmur damlalarının arasına, gözyaşları karışıyordu. Bir melek tutmuştu elimden… Tüm acılarımdan kurtulmuştum. Burada beni koruyan meleğimden ayrılma zamanım gelmişti. İkimizde dayanamayacaktık belki bu ayrılığa ama bu vedaya mecbur kalmıştık. 

Yeryüzünün adaleti tam anlamı ile tecelli etmiyordu belki ama Allah’ın adaleti elbet bir gün hükmedecekti zalimin üzerine… Her yerde salâ sesi. Musallada benim küçük bedenim vardı ama kılınan bu cenaze namazı insanlığın ölümü içindi. 

Daha kaç ufak beden annesinin koynundan koparılıp, toprak altına girecek?.. Kulaklarda daha ne kadar tıpa takılı olacak? Bu çığlıklara neden sağır olunuyor? Beynimi kemiren o kadar çok soru var ki… Ama bana, bize, bu millete cevap verecek kimse yok! ne yazık ki…