Güneşi hapsetmişim göz kapaklarımın altına.  Dilersem karanlıkta yaşatırım tüm kâinatı dilersem aydınlığa gark ederim. Sabahları geç doğuşu ondandır, akşamları erken batışı ondan… Kışları bazen görünüp çoğu zaman görünmeyişi ondan. Geceleri sıcak olmasına ben izin vermiyorum kış aylarında, canım istemiyor… Fazla yorulmak, uğraşmak istemiyorum yaratıklarla, yaşasın- yaşamasın, ölen ölsün ölmeyen ölmesin, dayanabiliyorsa keyfimin kâhyasına… Yaradan’ın neyi, niçin yarattığını önemsemiyorum!..

              Ele geçirmiştim bir kere nerden geçirdiysem… Kimseye hesap verecek değildim!.. Yazları kurak, kışları soğuk geçen mevsimlerin, saatlerce ağlayıp annesini bekleyen kavuşamayan bebeklerin gözyaşlarının sebebi bendim… Güneşi hapsedince istediğin gibi yönlendiriyorsun hayatı, geceleri uzatıyor gündüzleri kısaltıyorsun. Dilersen toprağı ısıtıp buharlaştırıyor sonra yağmur yağdırıyorsun. Dilersen biraz daha gözlerini açmayı uzatıp kar, daha da ileri giderek ceviz gibi dolu yağdırıyorsun üzerlerine kim varsa yeryüzünde…

              Ağaçların dalını, insanların belini ben büktüm. Açmaya hevesli tomurcukların heveslerini, ötmeye çalışan bülbüllerin akislerini ben kırdım. Âdemin cennetten kovuluşuna ben sebep oldum, İbrahim'in ateşe atılışına ben… İnsanı şöyle veya böyle yeryüzünde yaşatan benim, cehennemde yaktıranda ben olacağım. Kuzu sesleri, göz kapaklarımı oynatınca duyulur, anne çığlıkları kapatınca… Serçe yavruları açarsam öterler ciik… ciik… Kapatırsam susarlar… Kardelen’i kara, güz güllerini de yaza hasret koyan benim. Rahatımı bozmak istemiyorum. Göz kapaklarımın altına hapsettiğim güneş ne kadar devinip dursa da aldırmayacağım, o altta ben üstte uyuşacağız…

              Meydan muharebelerinin başlama ve bitme düdüğünü ben çaldım. Fena manzara değildi hani, çocukların eften püften sebeplerle bir birlerini boğazlamaları.-Yaradan'a karşı direnenle, yaradılışa ram olanın mücadelesinden başka- farkında değillerdi ömürlerinin ne kadar kısa olduğunun… Kabil’e Habil'i öldürmesini ben söyledim. Açmayınca göz kapaklarımı, karanlıkta koyarak… Tüm iyi hasletler bendedir, kötüleri de uhdemde ama hep kötülerini kullandım. Kötülük kolay geliyor bana. Gözlerimi açıp aydınlanınca ortalık, bir sürü yaratık inecekti sahaya, bakmak, ibret almak, ders çıkarmak için, oysa çekince üstüne yorganı, her şey geride kalıyor!..

              Yoruldum artık, göz kapaklarımı açıp kapamaktan. Bir kez açıp etrafımda olup bitenleri bir bir incelesem mi diyorum, kararsızım… Et ve kemik yığını iskeletim hacmiyle örseliyor ruhumu… Korkum,  ya aydınlanınca ortalık, bunca yıl kâinatı niçin karanlıkta koydun diye sorguya çekilirsem?!.. Ya, öyle istediğin gibi kullanamazsın hayatı paşam, güneşi korsanlar gibi kaçırıp göz kapaklarının altında hapsetmen, sana hayatı allak bullak etme hakkı vermez deyiverirlerse!... Ya bunca yıl senin keyfinin yetmesini bekledik, bülbül’ün gül’e, çöllerin suya, dillerin bal’a hasretinin sebebi sensin, hadi çek cezanı deyiverirlerse!..

             Hatırlatırlarsa korsanlıkla bir yere varılamayacağını, sil baştan sararlarsa günleri geriye… Başını kaybettiğim hayatın ilk düğümü takılırsa boğazıma bir hasret lokması gibi… Yıllarca farkına varmadığım yaratılış gayesini unutmanın, unutulmak anlamına geldiği hatırlatılırsa seher vaktinde bir çift üveyik tarafından… Vurursa serçe kuşu camıma, tık, tık, kendine gel diyerek… Yaptığın tüm soytarılıklara, hoyratlığa karşı yinede bir çaresi var, kendine gel! Toparlan diyen bir avaz kulaklarımı yırtarcasına dolanırsa başucumda… Bal yapmaktan usanmayan arılar gibi yeniden dönebilir miyim dersiniz asıl görevime!..

             Sürgünlüğüm esaretime, mahkûmiyetime karşı gelir mi acaba… Bunca suça sahip oluşum, hayatın akışını tersine çevirmem gözardı edilebilir mi?!..  Sular beni tanır mı? Ateşle olan muhabbetim devam eder mi? Çok eskilerden tanıştığımız bıçak, bana döner muhabbetimize son verir mi?!..

              Aslında, ateş, su ve bıçak benim, yanıcı ben yakıt ben... Yerle yeksan olan gururumdan taviz verip dönebilsem benliğime, anlayacağım yanıcı ben değil yakıcı ben olduğuma… Hem de hiç istemediğim bir yerde kendi hemcinslerimi bildiğimiz ve tanıdığımız ateşten yetmiş kez daha dazla bir sıcaklıkla yakacağım. Biz, yakmaya namzetiz yanmaya değil, varsın ne derlerse desinler… Yanışımız ondandır, sevdamız ondan… Yangınımız ondan… Ateş bizi tanır biz ateşi, tanışıklığımız dündendir daha öteki günden… O zaman niye telaşlanırız acaba! Niye alınırız? Niye üzülür, kendimiz kederlere salarız? Birileri tarafından ‘odun’ denilince?!.. Acaba odun’un bizim bu üzülüşümüze, halden hale dönüşümüze cevabı nedir?.. İçinden ‘hemcinsiz aslında, ey! Beni âdem ama sen bunun bilincinde bile değilsin, daha ne zaman anlayacaksın’ gibi serzenişlerde bulunur mudur? Bu serzenişleri duymamamız üzere eski bir dost gibi acı gerçekleri suratımıza çarpar,‘hey! uyan artık kış uykusundan’ diye bizi dürter midir? Uyanmayınca, ‘zavallı insan, senin ateşinin yanında benimki meltem rüzgârı kalır’ diyerek bıyık altı güler midir acımtırak bir çehreyle!..

                Odun’un kendine hitap şeklinden dolayı dile getirdiği sitemi gelmedi kulaklarıma ama şeklen hemcinsim olan bazılarına bu sözcüğü kullanmamın bana neye ma’lolacağını çok iyi tahmin edebiliyorum. Sahi başkası bana aynı hitabı yapsa ne’olur?.. Belki öyleyimdir?!.. Kendimi avutuyorumdur… Eskilerin tabiriyle benimkisi “hüsnü Kuruntu” dur… Yeni urbalarımı giyerek salındığım aç sokaklarda, nefsimi teselliden başka bir şey değildir…

               Ruhumu bağışlayıp uçurttuğum uçurtmanın kuyruğunda takılı kalan heveslerimin bir hevengidir cebimde taşıdıklarım!... Beni benden başka bilen, tanıyan, saygı duyan yoktur da cihanda, görüntüme aldanan iyi niyetli insanlar, insanlık adına bir şeyler devşirmek için selam veriyorlardır. Beni kazandırmak için değil kendileri kazanmak için, yanıp kül olan benliğimin içinde, hala yaşama ümidiyle hayata direnen çimlerden…

              Oysa daha dün uçurtmanın kuyruğunda değil bizzat kendim uçuyordum sabahlara kadar!... Geceler benim için sadece bir sığınılacak liman, istirahatgah değildi. Benim için uyanıkken başaramadığım, deneme gücünü bile kendimde bulamadığım enginlere açılışın bir başlangıcıydı yırtarcasına yaşam esaretini… Bu açılış ki, ayıkınca bir müddet sarhoşluğunu üzerimden atamıyordum.

              Kelebekler rengârenk kanatalarının güzelliğinin ve doğadaki canlılar arasındaki yerinin ne olduğunu bilirler midir acaba?!.. Yarına nice heves, nice ümit biriktirmişken havsalamızda, ceplerimizin delindiğinin, yanan ampulümüze bağlı fişin birden çekildiğinin farkına varsak hayatımız nasıl şekillenirdi ondan sonra?!.. ‘İnsan’ demenin unutkan demek olduğunu bilmek biraz rahatlatıyor insanı… Gevşetiyor… Bir dakika korkusuz nefes almanın hikmeti de bunda saklıdır kanaatimce…

             Geceleri başlayan uçuş nöbetlerim terk edince beni, sıradanlaştı hayat, çekilmez, içinden çıkılmaz bir hal aldı herkes gibi… Oysa ben, bu özelliğin şahsıma münhasır bir haslet olduğunu sanırdım eskiden… Sadece ben değilmişim o ıssız vadilerde kelebeklerle yarışan. Onların renk cümbüşünün içinde karabasan gibi dolaşan… Keşke benimde rüyalarım olsaydı gerçekleşen… Söyler miydim acaba yakınlarıma, babama, anneme, kardeşlerime... Sahici bir rüya görsem kime yorumlatırım bilmiyorum…

             Rüyaların şeytani ve rahmani olanları varmış, kim ayırt edebilir… Rüyayla gerçek arasındaki farkı anlamak için ne olmak lazım? Din bilgini, tabip, gönül eri, molla, müneccim… Yatarken, o kaptırılan dünya meşgalesinin geceleyin bile terk edilemeyişinin sebebi, bedeni isteklerimize verdiğimiz ehemmiyetin göstergesi, müzakeresi olsa gerek… Uyku denen küçük ölüm, gidişle-geliş arasında bir mola mihengi, muhasebe krankından başka bir şey değildir. Gerçek; dünyaya doymayan gözler açık kalıp başkası tarafından zorunlu, gönüllü gidişte ise, sahibi tarafından kapatılışı arasındaki fark anlaşılınca ortaya çıkacaktır. İnsan, kendi rızası ile atlarken ölümün kucağına ne yaptığının farkında olmadan tekrar uyanacağı garantisiyle gözlerini kapatacak, açamayacağı gerçeğini görmeden ruhunu teslim edecektir.

              O, badirelerle karşılaştığı ve nice hengâmelerden geçtiği halde, hep yaratıcının kendisine bir lütuf olarak verdiği unutkanlık yaftasının boynunda asılı kalmasını yeğlemiştir. O yaratıcı ki, azametini, her şeyi yakan ateşe emrederek zayıf ve yanıcı olan insan bedenin yanmadığını Hz. İbrahim de, kendisine kesme görevi verilen bıçağa ‘kesme’ emri verince Hz. İsmail de göstermiştir. Unutkanlık zırhından ve gafletinden uyanamayan insan öyle bürünmüş, sarılmıştır ki şehvetin şiltesine, onu hiçbir göz uyandıramamaktadır… Bu dalışı; uyanamamakla uyanmamak arasında anlayışı irdelemek gerek… İşte Yunus’un ‘ bir ben vardır bende, benden içeru’ sözü bu bağlamda bir kez daha ehemmiyetini gösterecektir.

             Kervan yorulacak, kuyu hizmetçiyi çağıracaktı kendisine. Gel diyecekti, susadınız, efendiniz susadı, yangınlığınızı giderin, zira bu sıcak çölde içimde bulunan sudan başka ne serinletebilir sizi?.. Kuyu aslından o güne dek içinde, yanmışların dudaklarının çatlaklarını gidermek ve yükselen vücut ısılarının derecesini düşürmekten başka bir şey barındırmıyordu. Yegâne yaşam kaynağı olan sudan başka bir şeyler gizlediğini sonradan söyleyecekti hizmetçiye… Kovasını daldırıp bir ay parçası takılana kadar kovaya, farkında değildi hizmetçi ve efendileri neyle karşılaşacaklarının… Hizmetçi kovayla birlikte bir geleceği çekiyordu… O gelecek ki meşalesini, kovaya sarılan nur parçası taşıyacaktı ellerinde, mısır sokaklarından Kenan ellerine...

               Kuyu adeta, içinde barındırdığı geleceğin elçisini, kardeşlerinin bir başka düzenine daha maruz kalmadan, hizmetçinin efendisine emanet etmesinde zamanla yarışıyordu… Sağ salim uğurlamak istiyordu onu, yeni başlangıcın başlayacağı gurbetellere… Bu uzaklaştırış ki seçilmişi, yarına ve yarının azmış insanlarına hazırlayacaktı, pişire pişire… En büyük darbeyi en yakını olan kardeşlerinden almıştı yarının kurtarıcısı… Tüm suçu, kendisinin kardeşlerinden daha fazla sevilmesiydi babaları tarafından… Düşünmeden, düşünme zahmetine katlanmadan, idrak etmeden bu sevginin kaynağının ne olduğunu...

             O rüyasını anlatmış, geleceği hakkında bilgilenmişti babasından. Bunu ilan etti kardeşlerine, “atmayın beni kuyuya korkuyorum” dedi. ‘Korkuyorum’…kendimden değil, nasılsa koruyacak beni seçen, sizden geleceğinizden… Azmışlık, henüz çaresi keşfedilemeyen bir hastalıktı… Kör hırs ta, gem vurulamayan yabani kısrak. Ateş, bıçak ve su sınavını başarıyla geçen insan, dil yarasıyla zindanlarda olgunlaşmaya terk edilecekti…

            Bir meyve konsaydı önüne cennetten ayartılmış, hislerini, şehevi arzularını şaha kaldıran, şımartan, azdıran… Daha buyruk gelmeden gaipten, gönderilmişliğine dair… Bir iz, bir emare yokken mücerret bir rüya ve onun babaca yorumundan başka…

            O meyve ki, bir benzeri ve eşine rastlamadın, tatmadın… Sen ki öylesi meyveleri tatmak için vücudun yeni gelişti henüz. Ve sen o tür meyvelerin yendiğini anlamaya başladın ki karşılaştın, hoyratça bağıran, deşifre eden, tanımadığın diyarlarda ayyuka çıkaranla… Yememenin senin için bir kurtuluş değil bir zindanın habercisi olduğunu bile bile… O meyve ki adeta ‘ ye beni, ye beni’ derken aksi halde değişen hayatının bir kez daha tarumar olacağını vaat ediyordu tüm çıplaklığıyla… Zindan, Zeliha'nın iki dudakları arasındaydı… Ya istekleri yerine gelecek, ya da elçi tahsilinin geri kalan kısmını tamamlayacaktı. Dürüstlük, ancak sınavları bir bir başarıyla geçerek elde edilecekti. Yol uzun, meşakkatli, aşılması asla normal bir insanın tahammül edemeyeceği kadar kolay değil ve tuzaklarla kaplıydı…

              Zindan, son mektebiydi onun. Artık ilmin zirvesine varmanın, taşıdığı yükümlülüğü açıklamanın zamanı yaklaşmıştı. Dil yarası tüm yaraların üstünde gelirdi. İyileşmesi için ilaçların hazırlanması zaman alacaktı. Unutkanlık zırhına bürünmüş kış uykusunda yatan âdemoğlu, farkına varabilseydi bu hasletin kendisine acı bir son olmak için verilmediğini, ilk yaradılışta verdiği sözün arkasında duracak, unutmayı sadece bir biberlik olarak taşıyacaktı yanında…

              Yaratılış gayesi üzerinde seyrini tamamlayan, yaratılmışların içinde en şaşkın, en vurdumduymaz olan canlı insan denen varlıktı. O, bazen zifiri gecelerden daha karanlık, bazen de insanı melekelerimizle görüp tasvir edemeyeceğimiz kadar saf ve aydınlıktı. Hedefe ulaşmak, yaratılış sırrına müstenit hayat ikame ettirebilmek elinde değilse insanın, o uğur da çaba harcaması da elinden alınabilecek bir emanet değildir elbet… Meselenin künhü, mümkünün içinde imkânı, mülkün içinde iz anı harekete geçirmek, muğlâk olanla müşahhas olanı ayırt edebilmektir…

               Dil yarasını tedavi etmenin mükâfatı, tüm değerlerin üstünde olacaktır. Çünkü o, her gözle görülüp akılla kabul edilemeyecek kadar ince bir çizgidir. Seçkin bir kadının sıradan bir insan’a –emtia’ya- olan meftunluğu ve parasıyla satın alabileceği her şeyin içinde birinin bu isteğe karşı ‘hayır’ demesi, o gün olduğu gibi bu günde insanlarının havsalasının kolayca kabul edeceği bir husus değildir. Bir yanda tüm yaratılmışları maddeyle takas yapabilecek ekonomik güçte ve güzelliğiyle dillere destan bir mahidevran, öbür yanda hemcins görüntüsünden başka hiçbir şey ifade etmeyen bir uşak...

               O fettan ki, asrının güç ve kudretini elimde bulundurmakla kalmayıp akıl ve zekâ yönünden de parmak ısırtacaktır. Ya söküp atacak kalbi yerinden ya da uğruna tüm kazançları bertaraf edecektir kahrı kederinden… Soru zor, imtihan çetin, unutmak sanıldığı kadar kolay olmayacaktı bu hengâmede… Seçilmiş insan sıradanlaşamazdı, ayrıcalıklı olmalıydı elbet... Verilen görevi yerine getirmede korkusuz ve kuşkusuz olmalıydı… Öyle yaratılmış öyle emrolunmuştu…

              Sınavın bir ucunda dünya öbür ucunda ukba duruyordu. Seçilmişin üzerine giydirilen kaftan, daha önce hiç görülmemişti. Onu ören nurdan eller, ilmeklerini hatırda tutarak atmışlardı bir bir.  Unutarak, asıl unutması gerekenleri, unutmadan gönderiliş gayesini… Zeliha, seçilmişe zindanda tamamlattırırken kalan günleri olgunlaşması için, yaptığı hatayı affettirecekti yerlere kapanıp akıttığı gözyaşlarıyla, kurutarak göz pınarlarını yıllarca...

             Seçilmiş, gönderiliş gayesine ulaşıp ‘haydi gelin kurtuluşa’ diyerek çağırırken azmış insanlığı, silivermişti kendisine yapılanları bir bir. Salınca göz kapaklarımın altında yıllarca hapsettiğim güneşi yörüngesine, her şey normale dönecekti. Güneş tüm haşmetiyle açarken yaradılış sırlarını, ‘bizde silebilsek, yıkarak içimizdeki ayrılık surlarını, yeni, yepyeni bir başlangıç için eski günleri’, demek kaldı Yusuf’ça…