1970-80 ve 90’lı yıllarda meşe ormanlarıyla kaplı köyümüze; Silifke, Mut ve Gülnar taraflarından konar-göçer Yörükler gelir; develeriyle, keçileriyle dağlarımızdan 4-5 aylık sürelerle "otlakıye” amaçlı araziler kiralarlardı. 

Onlar sanki köyümüzün, köylümüzün, dağlarımızın birer parçasıydılar ve onlarla iç içe yaşardık. Köylülerimizle birlikte, köyün ulaşım araçlarıyla ilçeye giderler, ihtiyaçlarını görür yine köylülerimizle birlikte geri dönerlerdi. Şehirden köye döndükleri o yaz akşamları cıvıl cıvıl olurdu.  O kalabalık ortamlar, insan seslerinin koyun keçi melemelerine karıştığı o güzel akşamlar yok artık. Ne Yörük Veliler geliyor şimdi köye ne Yörük Musalardan eser var.

Evimizde onları sürekli olarak misafir ederdik. O zamanki çocuklar şimdilerde hepsi birer aile reisi olmuşlar.

Dün köye gittik eşimle birlikte. Köyün yakınında bir Yörük çadırına rast geldik. Çadırın yanında develer yoktu. Onların yerinde traktör vardı, su tankı vardı... Ama kara çadır aynı şekilde yerli yerindeydi. Aracımızı durdurup indik çadırın yanında.

Hemen karşıladılar bizi ve çadıra buyur ettiler. Girip oturduk kıl çadırın içindeki çulların üzerine… Çadırın içinde meşe odunlarıyla çatılmış hafif hafi yanan odunlar vardı, üzerinde de kara isli bir tencere… Bize hemen misafirperverlikleriyle mukabele ettiler.  Oruçlu olup olmadığımız sorup; çay ve yemek ikram edebileceklerini söylediler…

“İsmini, kimlerden olduğunu" falan sordum. Zira çocukluk ve gençlik yıllarım hep onlarla birlikte geçmişti.  Kendilerini değilse bile, yakınlarından birilerini tanıyor olma ihtimalim epeyce yüksekti...

Ömer, "ben Veli'nin oğluyum" dedi. 

"Veli, şu bildiğimiz Yörük Velisimi?" diye sordum. 

"Evet, o bildiğiniz Yörük Velisi" dedi. 

"Ben seni tanıyorum Abi, sen Hacı Iramazan Amcamın oğlusun. Babanın küçük bir bakkal dükkânıvarıdı. Ben daha çocuktum o zaman… Dağdan sürekli olarak bakkala ihtiyaç görmeye geliridik. Sizi de oradan tanırın. Siz köyde durmazıdınız, ara sıra geliridiniz köye" dedi ve devam etti iç çekerek.

"Şimdi o eski tatlar yok be Abi, ne kadar güzel yıllarıdı o yıllar..." diye kendilerine has Yörük şivesiyle söylendi.

Köylülerimizi sanki benden daha iyi tanıyordu. Hepsini isimleriyle, lakaplarıyla saydı döktü kısa süre içinde...

Babasını sordum, Yörük Veli'yi... "Abim, babam sizlere ömür, geçen yıl vefat etti" deyiverdi.

Çok üzülmüştüm. Çocukluğumun Yörük Veli'si  de göçüp gitmiş meğer bu dünyadan. Güleç yüzlü, içten, bizden birisi, köylümüz gibiydi Veli Abim, nam-ı diğer Yörük Velisi... Hatta köye izinli geldiğim bir zamanda,  o zaman daha çocuk yaşta olan kızım ve oğlumu develerine bindirip gezdirmişti.

"Fotoğraf çektirelim mi Ömer?" diye sordum. "Tabi Abi, çektirelim" dedi...

Biz dışarı çıktık çadırdan. Eşi ve çocukları fotoğraf makinesinin karşısında pozisyon alırlarken, Ömer çadırda kaldı ve biraz sonra o da çıktı dışarıya...

Baktım kaşla göz arasında, biraz önce üzerinde duran gömleğini değiştirivermiş, fotoğraf çektireceği için... 

"Abi ayaklarımda terlik var ama" dedi...

"Olsun Ömer, üzerinde ne olduğunun önemi yok, yüreğinde olan, benim için çok daha değerli Kardeşim" dedim.

Beni samimi bulmuştu, elini omzuma attı, ciddi ve vakur bir şekilde Yörük Veli'nin oğlu, gelini ve torunlarını resmetmek düştü bize de...

Ne söyleyebilirim ki? Keşke kırk sene öncesine şimdiki tecrübelerimizle bir dönüş imkânımız olsa da, o zamanki tatları, o zamanki masumiyetleri, o zamanki sevdiklerimizi, dostlarımızı, dostluklarımızı tekrar görebilsek, onlarla birlikte tekrar yaşayabilsek hayatı doya doya, çıkarsız, umarsız bir şekilde…

Başın dağlar kadar dik olsun Yörük Ömer... Gururun şanın olsun.

Allah rahmet eylesin Yörük Veli Abim, taksiratını af etsin...

Seninle birlikte; gelenekler,  samimiyetler, hatıralar da öldü gitti... Daha da ölmeye devam ediyorlar maalesef.