YÜZDE 43 AKLANMAK İÇİN YETERLİ Mİ?

Cumhuriyet tarihinde bu güne kadar görülmemiş bir Mahalli Seçimi geride bıraktık. Yarım yüzyılı geride bırakmış birisi olarak şahsen ben böyle bir mahalli seçim yaşamadım. Benden daha fazla yaşamış olanlar hatırlıyorsa bilemiyorum.

Mahalli seçimlerde halk sandık başına giderek yaşadığı şehri veya ilçeyi idare edecek Belediye Başkanını belli bir süre için seçer. Daha önce bu görevde olanlar geçmişe dönük icraatlarını ve geleceğe yönelik yapacaklarını anlatırlar.

Belediye Başkanlığı için ilk kez aday olanlar ise hem geçmiş dönemin beğenmedikleri yönlerini hem de seçildikleri takdirde yapacakları faaliyetleri aday oldukları şehrin halkına anlatırlar. Bu iş yıllardır böyle yapıla gelmiştir. Propagandayı aday kendisi yapar. Bazen gerekli görülen şehre adayın mensubu bulunduğu partinin Genel Başkanı veya milletvekillerinden birisi giderek destek verir.

30 Mart Mahalli Seçimleri de böyle bir atmosfer içerisinden geçilerek yapılması gereken bir seçimdi. Ancak iş öylesine büyütüldü ki bir tür iktidar partisinin aklanması için referanduma dönüştürüldü. Meydanlara çıkan adaylar kendi yapacakları icraatlar yerine Başbakan'a oy istediler.

Üç Genel Seçim, bir referandum ve iki Mahalli Seçime kol kola girdikleri kankalarını birden paralel yapı ilan ederek ötekileştirdiler. Referandumda ölüleri dahi kaldırıp oy verdirmekten bahseden “Muhterem Hoca Efendi!” birden bire anlaşılmaz bir şekilde “Haşhaşin Örgütünün Başı” oluverdi.

On küsur yıldan fazla bir zaman yollarda beraber yürüdükleri insanların muhalefet partisine oy vermelerini de hazmedemeyerek kendileri dışındaki diğer partileri paralel yapı ile iş birliği içerisinde olmakla suçladılar.

Paralel yapının icraatlarını; “Bazı hükümet üyelerinin rüşvet almasını, ayakkabı kutuları içerisindeki paraların deşifre edilmesini, bakan çocuklarının babalarının konumunu kullanarak iş takip etmelerini, bir bakanın hediye olarak aldığı bir kol saatini, iş adamlarının özel uçakları ile yapılan umre ziyaretlerini, bir iş adamının Türk Milletine küfür ettiği bir ses kaydının yayınlanmasını v.s.” kamuoyuna duyurması olarak sayabiliriz.

Bunları kamuoyuna duyurmak suç kapsamına girmemeli. Gerçekten yapılmış olaylar ise kamuoyunun bunları bilmek hakkı. Nasıl ki Ergenekon ve Balyoz davalarında sanıkların yapmayı planladıkları! iddia edilen olaylar gazete ve televizyon ekranlarında yayınlanmış ve hükümet üyeleri bunu, “ülkenin bağırsakları temizleniyor” sözleri ile açıklamışlarsa, bu olay da bir türlü bağırsakların temizlenmesi olayı olarak kabul edilebilirdi. Son karar da mahkemelere bırakılıp herkes yargının vereceği karara uyabilirdi.

Yapılan bütün bu işler mahkemelerde halledilebilecek davalardır. Ülkeyi yöneten bir partinin başkanı ve ülkenin Başbakan'ı bu iddiaları çürütecek deliller elinde bulunduğu halde mahkemelere güvenmediğini belirterek meselenin çözümünü halkın vereceği oylarda arıyorsa sade vatandaş hangi güvenle işini mahkemeye götürsün.  Ülkede hukukun üstünlüğünü sağlamakla görevli olan hükümetin başında bulunan Sayın Başbakan yargıya güvenmediğini belirtmekle, kendi iktidarları döneminde verilen hiçbir kararın hukuka uygun olmadığını da beyan etmiş oluyor bir bakıma!

Seçim sonuçları açıklandıktan sonra Başbakan yaptığı Balkon Konuşmasında, yolsuzluk ve rüşvet davalarına karıştığı iddia edilen isimleri yanına aldı. Bu şekilde onların halk nezdinde temize çıktıkları görüntüsü vermeye çalıştı. Bu sadece halkın gözünü boyamak için yapılmış bir harekettir. İnandığım tek şey aklanma ve ya mahkûmiyet mahkeme kararı ile olur.

Halkın yüzde 57'si muhalefet partilerine oy vermiştir. AK Partinin aldığı oy oranı yüzde 43'tür. Bu da oy çokluğu ile aklanılmadığının göstergesidir. Bu bir referandum olsa idi oylama reddedilmiş sayılacaktı. Bu durumda kurulmaya çalışılan Halk Mahkemesi yüzde 43'e karşı yüzde 57 ile suçun işlendiğine kanaat getirmiştir. Mahkûmiyetin süresini belirlemekte mahkemelerde görülecek davaların sonucuna bırakmıştır.