Ben, diğer bütün hasenat gibi bu dünyaya düşmüş bir kimseyim. Ve henüz ismimin evveline bir sıfat bile ekleyemedim. Neticede herkes gibiyim. Kurdun, kuşun dilinden anlamaya çalışırım. Böylelikle bir Süleyman uyur içimde. Kör kuyulardan yana da epeyce nasipliyimdir. Bu yüzden Yusuf çaresizliğine de âşinayım. Yazmaktan yana meşgul ve yürümekten yana her vakit seferiyim. Sorsanız bana günde beş vakti vatan-ı aslîde, diğer tüm vakitleri yollarda geçirmekteyim. Nitekim bu dünya bir sefer meclisi… Öyleyse her gelen; kaldım diye aldanıp her giden, yine yolcular zümresinden. 

Pek bilinsin istemem içimde uyuyan gam. Ama aslında öyle çok yorgunum ki. Yaşadıklarımdan değil, şu dünya telaşına kapılıp yaşayamadıklarımdan… Söylediklerimden değil, derin bir Yusuf kuyusu olup söyleyemediklerimden… Ayaklarım değilse de kalbim bir yerde dursa, biraz dinlensem. Meyvesiz bir ağacın altında soluklansam... Avucuma bir taş alıp bağrıma koysam… Gidenler gitti lâkin yüreği güzellik harmanı kimseler hiç mi kalmadı bu dünyada? Arasam. Bir ömre bin yıl sığdırsam da bulsam. 

Sebebi yorulduğumdandır belki. Bugünlerde yerli yersiz ağlamakta, gülmekte, yerli yersiz ve isimsiz, gayba mektuplar yazmakta, cümleler söylemekteyim. Hasta olduğumda çaldığım hiçbir kapıdan Lokman’ın çıkmadığını tecrübe ettim ben. Sevdâya düştüğüm vakit gördüğüm suretin, ne Ferhat, ne Kays ne de Kerem olduğunu anladığımdan beri bilmekteyim ki yürüdüğüm bu dünya cennet değil. Öyleyse sabır hânesine açılan bir kapıda durup beklemek neden? Kalanların birkaç dirhem, gidenlerin bir koca harman olduğunu bilen yine ben iken…   

İnsan, kalbinden sebep sevmeye yatkındır aslında. Sevmek fıtratta vardır. Sevmeye yetememek de insan olmanın acizliğindendir. Bir güzelleme gibi, eksiklik değil de erdem gibi… Bu yüzdendir ki “sevmek” fiiline her dilde bir karşılık bulunur da tamı tamına olmaz bir türlü. Anlam soyuttur; mânâ, mecaz… Anlatılmak istenen kimi fazlasıdır, kimi bir miktar daha az. Hâl böyleyken ve ben bu gerçeğe çok evvelden vâkıf olmuşken nedendir dünyayı sevemeyişim bilmem. Oysaki daha dokuz yaşımdayken Elif’i, Be’yi bildiğim gibi, esreyi, ötreyi, şeddeyi daha satır başından tanıdığım gibi öğrenmiştim pek çok çiçek ismini. 

“Ayşemine çiçeğini sever misin?” diye sorardı annem. Elimi kalbimin üzerinde götürüp “evet” derdim. Bir evet de kalbimden gelirdi. Benim ismimden gelişini mi, gökyüzüne benzeyen rengini mi, hiçbir şeye benzemeyen ama her şeyden güzel olan kokusunu mu severdim daha çok? Şimdilerde her “Ben” dediğimde “Affola!” diyesim geliyor oysa. Şimdi kul oluşumun bilinci, acizliğimin farkındalığı ile böyleyim. O zaman çocuk oluşumun hürlüğü ile öyleydim. Üstelik sadece Ayşemine çiçeğini sevmekle yetinmez, daha pek çok şey eklerdim. Ökse kuşunu, çuha çiçeğini, narı, inciri ve zeytini, limon ağacını, kâğıdı, kalemi… Daha nicesini severken ve sevecekken dünyayı sevmeyi unutuşumu da… 

Ölmek, uyumak değil elbette. Oysa öyle olsaydı ne güzel olurdu. Çiçekleri suladım, kuşları besledim, pencereleri açık bırakmadım diye aklımda sıralayıp bir sedirde uyuyakalır gibi ölmek, ne büyük nimet olurdu. En çok sevdiğim tezlik fiil ekini ölmenin sonuna ekleyip “öl-üvermek” ne büyük sultanlık olurdu dünyada bedbaht kullar için. 

Ben neyim? Diye diye geldiğim bu dünyadan yine ben neyim diye diye ayrılmak zordu hâlbuki. Kalbim, cennette dikensiz bir gül bahçesi değil ama dünyada kötülük harmanı da değil. Benim yüreğimde kaç okka kötülük var diye düşünmek hallice bir yüktür omuzlarıma. Bir de yüreğimin hânesinde, hem de başköşesinde oturur bildiğim insanların bana yâd yabancı olduğunu bilmek, bu dünyanın ne sevilmez bir yer olduğunu öğretti bana. Böyle olmakla aslında bedenim ile ruhumun; dilim ile yüreğimin aynı kıtada olmadığı hissine kapılırım. Ve şu dünya telaşına kapılıp bir türlü bir araya gelemediğimi fark ederim. Kaderim ile aramda bir kıyamlık, ecelim ile bir eliflik mesafe var oysaki. Böyleyken yazmanın okumaktan; susmanın söylemekten daha kıymetli olduğunu da yine en iyi ben bilirim.