Konya'nın Gülleri'ni tek tek ele alarak anlatan Ali Işık, bu güllerin tanıtımına ve unutulmamasına büyük katkı sağlıyor. Konya'nın önemli değerleri olan bu meczupların hatıralarının yaşatılması ve yenilerinin de korunmaya devam edebilmesi için gerekli kültürün korunması anlamında önemli bir iş yapan Ali Işık, bu meczuplardan Hayvana Vırrık, Deli Nine, Mandal Başının Zarife, Şerif, Miyase Abla anlatıyor. Meczupların hepsi kendi özellikleri ile öne çıkarken hepsinin ortak noktası herkes tarafından sevilmeleri ve kendilerine ait özellikleri olması. Konya’nın Gülleri’nden Deli Nine, Zarife, Şerif ve Miyase Abla ile ilgili şu bilgiler anlatılıyor:

HAYVANA VIRRIK

Yine İsmilli anlatıyor: Çocukluğumda Sultan Selim Camii avlusu ile Türbe yakınlarında dolaşan meczup bir kadın vardı. Çoğu defa çocuklar etrafını alır kızdırırlar büyükler de onun kızgın haline gülerlerdi. Ben pek kızdırmazdım. Bu kadını. Fakat kızınca da ne yapacağını pek mera eder hemen hemen yanından ayrılmazdım. Zincirlikkuyu Mahallesindeki evimizden çıkıp çarşıya gelirken müzenin bugün daima kapalı bulundurulan kuzey kapısından içeri girer, kestirmeden Selimiye’nin önüne çıkardım. O zaman cami önünü takip etmek en iyi yoldu. 1928 yılında Eski Buğday Pazarı kapısı önünde üstü başı yırtık, saçı kırlaşmış, yırtık bir çemberle başını örten ayakları çıplak bir kadın dolaşır dururdu. Yanında kimse olmadığı zamanlar, başını sağa sola çevirerek kendi kendine: 

-Vırrık!..Vırrık!.. diye söylenir, sonra da çocukların arkasından seğirtirdi. Bu kadın ünlü Hayvana Vırrıktı. Yıllar bu kadını unutmadı. Bugün bile:

- Ne konuşuyorsun Hayvana Vırrık gibi? diye kendi kendine konuşanlara bu türlü seslenirim. Hele kadınlar arasında onun benzetmesi çok yapılır. 

- Kaç hay gıy, vırrık mısın nesin?

-Ne gıy telaşın ne? Havvana Vırrık gibi sağa sola ne koşturup durun! Hayvana Vırrık’ın doğru dürüst yatacağı bir yeri yoktu. Kışın hamam külhanlarında, yaz günleri cami arkalarında yatardı. Mütareke günlerinde öldü. Öldüğünün de kimseler farkına varmadı. Zaman zaman işte böyle hatırlanır durur.

DELİ NİNE

Afif Evren hatıralarında andığı meczubelerden biridir. Evren onunla ilgili hatırladıklarını da şöyle zikreder: “(Deli Nine) öbür lakabı ile (Hacı Nine) bizim evin tek oda bir aralıktan ibaret olan hariciyesinde parasız otururdu. Hacı Nine iki kez hacca gittiğini, Konya Ereğli'sinden olduğunu söylerdi. Buda Ali Hoca gibi koynunda Kuran-ı Kerim taşırdı ve sık sık Huuuu Allah! Der, dururdu.” “Oturduğu odanın üç penceresinin kanatlarıyla kirli perdelerini hiç açmazdı. Üstü başı odasının içi kir ve koku içindeydi. Nine halkın ayni ve nakdi yardımları özellikle Ramazan, kandil bayramlarda yaşardı. Mangal kömüründen zehirlenerek öldüğü zaman doğrudan bedenine tenine sardığı kuşağından bir hayli sarı lira altın filan çıktığı söylenmişti.”

MANDAL BAŞININ ZARİFE

Eski Konya’da elinde ekseriya birkaç hercai veya menekşe demeti ile bilhassa genç beylerin önüne çıkarak, “Canım beyefendiciğim, Civanım sizin için hazırladım Buyurmaz mısınız? diye çiçek demeti uzatan ve mukabilinde ne para verirse kabul eden Mandal Başının Zarife’yi herkes tanırdı. Üzerinde rengi solmuş bir çarşaf, ayağında tabanı kayıp olmuş kirli bir yün çorapla, ökçesi düşmüş ve yamulmuş iskarpinlerle dolaşırdı. Önümüze gelip çiçek verirken buruşuk yüzüne çürük gedik dişleri de gülerken insana ayrıca bir tiksinti verir ve ister istemez çiçeği alarak başından savardı. Gözüne kestirdiği beyler oldu mu çiçeği aldırıncaya kadar yakasını bırakmaz zorla verirdi. Selçuk Es Mandal başının Zarife ile ilgili bir anısını şöyle anlatır: “ Bir tarihte eski belediye binasının Yusuf Şar’ın evi yanında demir bir sokak çeşmesi vardı. Burada öğle üzeri zarife çeşmenin altına oturmuş her tarafı su içinde ve durmadan akan sular başından etrafa dağılıyor ve durmadan “Ah yandım ah ölüyorum ah, bana büyü yaptılar” diye bağırıp duruyordu. Meğer sonradan öğrendiğime göre Zarife Hatun cepheden yeni gelmiş hava tebdili bir yedek subaya tutulmuş. Günlerce arkasından koşmuş ve yedek subayda o sırada nişanlı bulunduğundan evlenmişti. Bu duruma da yanan Mandal Başının Zarife zaten meczup olduğundan yerli zıvanadan çıkmıştı. Tahminen 1929-1932 seneleri arasında o da rahmete kavuştu gitti.

ŞERİF

Merhum Sural’ın anılan dizi yazısında naklettiği meczubelerdendir. “Adının aslı Şerife olmak gerekir ki, Şerif derlerdi. Bakire idi. Boylu boslu güzel bir kızcağızdı. Fakat üstü başı pek bakımsız ve bir o kadar da kirli idi. Çarşıda elinde bir maşrapa ile dolaşır, beş para, on para… Ne verirlerse alırdı. Paraların maşrapaya konmasının nedeni ise bir erkek elinin kadın eline değmemesi idi. Şerife’nin başında çiçekli bir kara yazma örtülü olurdu. Yüzü açıktı. Şalvar, İşlik ayağında da yemeni veya pabuç giyerdi. Halk onun uğruna inanır, gücü oranında bir miktar sadaka verir, onun “Allah çok versin” diye yaptığı duasını alırlardı. Kırk yıl önceleri kırk yaşlarındayken falan ölen Şerife, delilik ve meczupluktan ziyade saflardandı.”  “Bizim komşularımızdan İraz(Raziye) abla adında müzip ve nüktedan bir kadın vardı. Her meczupla olduğu gibi Şerife’ye de takılır, onu saf saf söyletirdi.

-Akşam ne yediniz Şerife?

-Pilav yedik..

-Her gün mü pilav yersiniz siz?

-Yoo , dün tirit yidiydik.

-Eee bugün ne yiyeceksiniz?

-…

-Eniştenilen ablan bugün yıkandılar mı?

- Ablam yıkandı da, eniştemin yıkandığını görmedim… Falan gibilerden. Esnafın muzipleri de ona çirkin küfürler öğretir, Şerife böylece en galiz küfürleri sanki su içiyormuşçasına bir rahatlık içinde öğretildiği gibi tekrar ederdi. Bazen çarşıya sırtında bir torba ile gelir, o zaman Aziziye Camii’nin güneyinde bulunan sebze ve meyvelerle doldurur, kasaplar da et ve kemik verirlerdi. Sanıyorum ablası ve eniştesinden başka kimsesi olmayan Şerife’nin fakir olan aileye büyük yardımları olur. Böylece geçinir, giderlerdi”

MİYASE ABLA

Sural’ın zikrettiği diğer bir meczubedir. “Yine kadın meczuplardan bir Miyase abla vardı. Sarıyakup Camii’nin teneşirliğindeki bir bölümde yatar kalkar, sokağa atılan kedi yavrularını burada besler ve barındırırdı. Oğlu da meczuplardandı. (Kılıçlı Hüseyin) derlerdi. Biz bir aralık, Asmalı Mektep civarında bir evde kira ile oturmuştuk. Miyase abla ile böylece komşuluğumuz olmuştur. Yaz gecelerinde ana oğul, şimdiki Tercüman gazetesinin Konya Bürosu şefi olan İhsan Kayserili’nin dedesi, Kayserili Lütfi Efendi’nin evinin önünde oturur, türkü çağırır, teneke çalarlardı. Bu tenekeli ahenkten konu komşu rahatsız olurlardı, ama garip gönlüne dokunmayalım diye kimse ses çıkarmazdı. Çoğu zaman gürültüden uyku tutturamaz, şimdi yıkılmış bulunan Lütfi Efendi’nin evinin önüne ben de oturur, Miyase abla havanın birini bitirdi mi: “Bi de şu havayı çalıverin be Miyase Abla” diye teklifte bulunurdum. Miyase abla gönül kırar mı?

-Di len Üssüyün, bi de ağabeyin türküsünü çığırıvıralım der ve tenekeli türkü hemen başlardı. Şunu da kaydedeyim ki, ana oğul yerli havaları pek de güzel söylerlerdi. İksisinin de sesleri pek güzeldi. Rahmetli babam bir gün bana fena halde içerlemiş, yatağından fırlayarak, Miyase abla ile oğlunu kovmuş, beni de hayli hırpalamıştı. Bu komşuluk nedeniyle Miyase abla bize sık sık gelir, annem yedirir içirir gönlünü alırdı. Ama o isterdi ki, biz de ona ziyarete gidelim ve beklerdi de… Bir gün dayanamayıp teneşirlikteki odacığına gittim. Ev o kadar temiz ve düzgündü ki… Şaşırmıştım. Minderler, yastıklar, yastık örtüleri kalıp gibi düzgün ve tertemizdi. Sapık supuk söylenerek bana bir kahve pişirip, kırık bir fincanla ikram etmişti. Sabahları çok erken kalkar, o zaman ayakta duran Kayıklı Kahve’nin güneyinde, arkasını kıbleye dönerek sabah namazı kılardı. Kış mevsimlerinde, şimdi eczane olan yerdeki Gövezlerin fırınına girer, orada bir taraftan ısınır, bir taraftan da fırın işçileriyle anlamsız konuşmalar yapardı. Miyase abla da kimseden bir şey istemezdi, ancak verileni de reddetmezdi. Her yere pervasızca girer çıkar, Miyase ablayı herkes de hoş karşılardı. Oğlu Hüseyin ise apayrı bir alemdi. Üzerine eski madeni paralar dikilmiş bir palaskaya bağlı iki omuzlarından çaprazlama geçirilmiş yine iki kılıç taşır, kilot pantolunun paçaları içinde kalmak üzere, uzun boğazlı siyah yün çorap giyer ve bu çorap çizme geçerdi. Ayağında da vaketadan yapılmış yemen bulunurdu. O da sabahın erken saatlerinde çarşıya çıkar, sebze ve meyvecilerle, kasapların ve diğer esnafın Mostarlık mallarının üzerine elime sürer, bu işi dükkan atlamadan yapardı. Halk bunun uğur getireceğine inanır, Kılıçlı Hüsyin’i adeta beklerlerdi. Çok konuşmazdı. Sessiz bir kişiliği vardı. Tüm esnafların mallarına elini sürdükten sonra, işini tamamlayan insanların rahatlığı içinde çarşı Pazar dolaşır, verilen sadakaları kabul ederdi ve kimseden bir şey istemezdi.

KAYNAK: GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KONYA^’NIN GÜLLERİ DELİLERİ, MECZUPLAR/ALI IŞIK

Editör: TE Bilişim