Konya’nın güllerinden olan Sabile, küçükken geçirdiği bir rahatsızlık sonucu akli dengesini kaybetmişti. Arnavutluk Preştine sancağı Hertişik köyünde doğan Sabile, 12-13 yaşlarına kadar burada yaşamış sonrasında ise ailesiyle Konya’ya gelir. Konya’da yaşamaya çalışan Sabile, çok geçmeden babasını kaybeder. Sabile’yi ablası büyütür. 23.09.1965 günü kırk dokuz yaşında yakalandığı zatürreden kurtulamayarak vefat etti. Aynı gün Musalla Kabristanına defnedildi. Sabile’nin ölümü ile Konya Hükümet Meydanı cidden ıssız kalmıştır. Oldukça sıkıntılı geçen Sabile’nin hayatı hakkında Konya’nın Gülleri’nde Ali Işık şunları anlatıyor: 1960 öncesi çocukluk yıllarım… Güllükbaşı’nda otururduk o zamanlar. Yanımızda kalan amcam Bedesten içinde bir terzinin yanında çalışıyordu. Bazı günler anacığımın işe dalıp beni unuttuğu anlarda bir pundunu bulup soluğu amcamın çalıştığı dükkânda alırdım. Ustası Mehmet amcanın güleç yüzü, tatlı dili ikramları bu kaçışlarımın suç ortağıydı. Evden Mehmet amcanın dükkanına giderken mecburen Hükümet Meydanı’ndan geçerken mutlaka görürdüm Sabile’yi. Korkumdan uzağından geçerek ulaşırdım menzilime. İlkokulu bitirdikten sonra görmez olduğum Sabile’yi üzerinde kaba kumaştan kırçıl mantosu,ama elinden ama ağzından hiç eksik etmediği sigarasıyla hatırlarım. Sebile rahmetli 1332 (1916) senesinde Arnavutluk Preştine sancağı Hertişik köyünde doğdu. Babasının adı Şakir, annesinin adı Arziyekiro’dur. Soyadı almamıştır. Henüz yedi sekiz yaşlarında iken geçirdiği menenjit hastalığı neticesinde ruhi bozukluklar ve sara krizine tutuldu. Sabile 12-13 yaşlarında iken tahminen 1928-1929 senelerinde Konya’ya ailecek gelip yerleşmişlerdir. Beş kardeş idiler. Babaları Konya’da birkaç sene sonra ölünce Sabile’yi büyük ablası Rabiye Hanım himayesi altına alarak ölümüne kadar ona bakmıştır. 23.09.1965 günü kırk dokuz yaşında yakalandığı zatürreden kurtulamayarak vefat etti. Aynı gün Musalla Kabristanına defnedildi. Sabile’nin ölümü ile Konya Hükümet Meydanı cidden ıssız kalmıştır. Sabile su katılmamış Halk Partili idi. İnönü’ye karşı sonsuz sevgi ve bağlılığı vardı. Esasında, Halk Partisi’ne gücenmeyen veya bu partiden dönmeyenlerden İnönü başta gelirse Sabile muhakkak ikinciliği alırdı. Hele seçim zamanlarından sol yakasında altı ok rozeti sağ yakasında İnönü’nün resmi takılı dururdu.  Bu konu ile ilgili olarak yazar Selçuk Es, bakın neler anlatır: “1957 seçimleri arifesindeyiz. Bir arkadaşımla hükümet önünde geçiyorduk. Sabile’nin yurdu Hükümet alanı olup ortada görünmedi mi etrafa bakılınca yaz günleri koyu gölgelikte bir dükkan vitrini önüne dayanmış oturur ve uyurdu. Kış günü ise bazen Kırmızı Kütüphane, bazen Hükümet Konağı önü veya İkinci noter civarında arzı endam ederdi. İşte bir sonbahar günü idi. Sabile kollarını açarak önümüzde durdu. Sigara istedi, verdik. Ben sigarasını yakarken arkadaşım takılmak amacıyla “Sabile duydun mu İsmet İnönü ölmüş” dedi. Yarasına basılmış gibi ağzındaki yanan sigarayı titreyen elleri ile çekerken bir çıngar çıkacağını anlayarak yanından kaçmadan başka çare olmayacağını hissedip üç beş adım uzaklaşmıştık ki koca alanı çınlatırcasına arkamızdan Sabile’nin sesi duyuldu. “Soğan erkeği.” Attığı nara üzerine gelip geçenler durup bakınmaya başladı. Tabi bizde renk vermeden durduk. Aynı şekilde bakmağa başladık.” Aynı şekilde Selçuk Es, Sabile ile ilgili bir anısını şöyle anlatır: “1941 senesi Mart ayındayız. Bir sabah Meram’daki evden bisikletle şehre indim. Şehir evine bisikleti bıraktım. Yavaş yavaş çarşıya geliyordum. Bügünkü Tekel Baş Müdürlüğü binası önüne geldiğim zaman kapının kuytu yerine oturmuş gelip geçeni seyrediyordu. Beni görünce derhal kollarını açarak “Gitme sana kıyacaklar” diye bana mani olmaya çalıştı. Her zamanki gibi avucuna para verdim. Bir sigara tutuşturdum. “Kimseye fenalığı yok. Kimse bir şey yapamaz” dedim.Dikkatli dikkatli yüzüme baktı. “Peki, ben karışmam. Git öyleyse” diyerek yolumdan çekildi. Bugünkü Sümerbank Banka Binası yerinde o tarihlerde hazine avukatı rahmetli Mümtaz Ataman’ın yazıhanesi vardı. Oraya uğrayacaktım girdim. Oradaki işimi bitirdim. Kapı önüne çıkarken bir polis memuru önüne durdu. “Selçuk Bey şu tebligatı lütfen imza edin” diye bir zart uzattı. İmza ettim ve zarfı açtım. Kısaca şöyle bir yazı okumuştum. “Kısmi seferberlik ilan edilmiştir. Tebellüğ tarihinden itibaren 24 saat içerisinde askerlik şubesine müracaatla seferi vazifenizi alınız.” Sabile’nin biraz evvel sözü ile elimde duran şu yazı arasında benzerlik hissettim şaşırdım kaldım. Kim ne derse desin Sabile’nin kalbi temiz şad, kimseye en ufak bir fenalığı dokunmayan bir zavallı idi. Selçuk Es şöyle devam eder:” 1943 senesi Nisan ayıdaydım. İkinci askeri görevden terhis olduğumun senesi doluyor. Ordu karargah binasının doğusundaki Katolik Kilisesi’nin tam karşısından askerlik şubesine senelik yoklamamı kayıt ettirmeye gidiyordum. Sabile ile karşılaştım. Beni görünce kollarını açtı sigara istedi. Mutadım gereğince verdim. Ayrıca da para sıkıştırdığım zaman omzuna vurarak “Haydi git seni arıyorlar, Allah işini rast getirsin “diyerek yanımdan ayrıldı. Şubede yoklamamı yaptırdım. Tam ayrılacağımda muamele memuru binbaşı merhum Faik Bey hemen beni çağırdı. “Selçuk Bey size üçüncü defa askeri görev verildi. Tebligat için emniyete yazmıştık. Meram’da oturduğunuz bildirildi. Jandarmaya yazacaktık. Şimdi burada olduğunuzdan lütfen şu yazının altına imza edin. Yarın da yeni göreviniz başına hareket edersiniz” demesin mi? Sabile’nin ikinci kerameti de bende bu suretle tecelli etmiş oldu. Ölümünden birkaç ay evveldi. Hükümet önünde tesadüf ettim. Sigarayı bıraktığımı bildiği için benden bir paket Bahar sigarası bedelini tahsil ettiği zaman elini omzuma koyarak “Sen bugünlerde çok sıkıntıdasın. Fakat üzülme bunların sonu aydınlığa çıkacak, çok zengin olacaksın. Amma canımın kakırdağı ben göremeyeceğim” dedi. Ben de “Sabile sensiz zenginliği de ben istemem “diye takılınca, “Hadi be keyfine bak. Bugüne kadar benimle geldin geçtin” dedi. Bir hoş oldum. “Sabile’nin öldüğünde ben de müteessir oldum. Her şeyin unutulduğu gibi bu da unutuldu. Altı sene oldu. Son kerameti henüz tahakkuk etmedi. Piyango bileti almam. Toto oynamam, bankanın hiçbirinde hesabım yok. Bakalım Cenabı Hak, Sabile’nin kerametini hangi helal ve hayırlı sebepten ihsan edecek. Şimdi onu bekliyorum.” Mahmut Sural da malüm dizi yazısında Sabile’yi şöyle anlatır: “Konya’nın gülüydü Sabile… Her sabah erkenden sokağa çıkar, çoğunlukla Hükümet Alanı’nda dolanır dururdu. Daha çok da Kırmızı Kütüphane’nin yakınlarında bulunur, gelene geçene türlü biçimlerde takılırdı. En büyük zevklerinden birisi, dalgın olanları korkutmaktı. Dalgın birisini daha karşıdan peyler, adam yanına yaklaşınca: “Pöm” diye bir ses çıkarır, dalgın adam korkunca da derinden gelen deli deli kahkahalar atardı.” “Rahmetli Vali İzzet Bey mütevazı bir insandı. Makam arabasını olur olmadık yerde kullanıp durmazdı. Çarşı içinde, halktan biriymiş gibi dolaşırdı. Sabile, Vali İzzet Bey’i çok sever, çarşıda yakaladı mı, arkasına düşer onunla konuşurdu. Sabile’nin çok sevdiği üç kişi vardı. Atatürk, İnönü, İzzet Bey… Bu nedenle de koyu bir CHP’li idi… Yakasına altı oklu rozetleri doldurur,1950’den sonraları, DP’li olmasını teklif edenlere ağız dolusu küfürler savurur, ana avrat söverdi. Onun kendince tanıdıkları vardı. Bu tanıdıkları para vermek istedikleri zaman,miktarını Sabile bizzat kendisi tayin ederdi. Para verecek olan adamın miktar tayininde bir yetkisi yoktu.”

“Abdülkadir adından zenci bir meczub daha vardı. İri yarı birisi idi. Kimler yapardı bu işi bilmiyorum, adama esrar içirirler, salıverirdiler. İri kemikli, çirkin bir adamdı. Elinde kalınca bir sobayla gezer, o esrarkeş kafaya rağmen hiç kimseye zarar vermezdi.”  “Sabile ile bu zenciyi, bazı muzipler birleştirmiş, Sabile’nin zenciden bir çocuğu olmuştu. Sabile çocuğu “Atatürk olacak!” diye birkaç ay kucağında gezdirmiş, pek tabii olarak çocuk bakımsızlıktan ölmüştü. Sabile yıllarca bu çocuğu unutmamış ve arkasında ağlamıştır. Bir delinin bu analık şefkati ne kadar dikkat çekicidir!.. “Sonraları Sabile, sara nöbetlerine tutulmuş, eski neşesini yitirmiş ve sanıyorum yine bir nöbet sırasında ölmüştür. Sabile çok renkli meczuplardan birisiydi.”  Sabile yaşadığı dönemde bir hikayeye de konu olmuştur. Celaleddin Kişmir’in kaleme aldığı bu hikaye Yeni Konya Gazetesinde yayımlanmıştır.

SABİLE

Sabile’nin bir hayat hikayesi olacağı kimin aklına gelirdi? Meşhurluğuna meşhurdu, tanınmışlığına tanınmıştı zavallı. Dillere destanlığı vardı kendi arasında. Amma nişlesin bu türlüsünü? Yine batsın meşhurluk, tanınmışlık böyle. Kime götürsün de satsın? Kim alır, kim ortaklaşır? Saçını çekiştirip de arkasından:

-Sabile, deli Sabile! Diye bağıran mahalle çocuklarına mı yoksa kocaman kazık gibi heriflere mi? Saçlarına sakallarına bakmazlar, üstelik utanmadan matrak geçerler. Onların da ayrı bir söyleyişleri vardır:

-Kız Sabile dostun gelmiş! Kız, memen gözüküyor. Sabile bir öpücük ver, bak sene ne verecem?

Yalan, verecekleri de yoktur, alacakları da. Maksat Sabile’ciği kızdırmak. Sabile, bunların bazılarına söver, gücü yetenlerine tokat, tekme vurur, yahut da bir köşeye geçip hüngür hüngür ağlar. Bunlar ne ise ne amma, ya şu çıtkırıldım hanımım diye gezenlere ne yaptı? Onlardan ne farkı var ki böyle kendisinden bucak bucak, köşe köşe kaçarlar. Bazen yanlarına bile sokmak istemezler. Dudak bükerler veya görmemiş olurlar. Üstelkik bir de çalımla geçerler. Göz süzüşleri, bel kırışları, kalça oynatışları yanlarına caba.

Gidi dünya! Kimini hanımım diye bağrına basar, kimini Sabile diye sokaklara bırakır. Siz siz olun da gelin bu gibi insanlarla acınızı paylaşın. Derdinize ortak olacak bir tek kişi bulun. Geç efendim geç. Sabile çoktan öğrendi, sağ elden sol ele fayda gelmeyeceğini. Kardeşin kardeşe, kadının kocasına madik attığı bu dünyada Sabile gibiler ne yapabilirler? Kimler ne yapmaz Sabile gibilere? Ayısı var, kurdu var bu iki buçuk günlük dünyanın. Bunları bir tarafa bırakıni her şeyden evvel iki ayaklıları var. Hangi birine laf yetiştirsin bunların. Torba değil ki ağızlarını büzesiniz. Her şey Allah’tan gayrimiz içindir. Düşüneceğiz de batacağız da başa geleni çekeceğiz. Kimimize Ali, kimimize Veli denecek, ne yapalım? İşin ucunda yaşamak sevdası var. Sabile zaten bunu çoktan benimsedi. Ne deli dendiğine aldırıyor şimdileri ne kendisiyle alay edildiğine. Vız gelir oldu hepsi. Pabucunun tersini gösteriyor, işte o kadar. Fakat doğrusunu isterseniz hiç ummazdı böyle bir kaçık suda boğulup gitmeyi. Halbuki deryaları yürüyerek geçmişti bir zaman. Körpe hatta bir güzel kızcağızdı yeni yetişip gelirken. Belki esas ismi de Sabile’den başka bir şeydi. Kim taktı, hangi muzip, hangi haylaz bulup uydurdu ona? Burasını kendisi de bilmez Sabile’nin. Sabile, kim bilir Saliha Sabiha’ydı evvelce. İyi amma Saliha, Sabiha isim olur da Sabile isim olmaz mı? Nasıl olmaz? Pek ala olmuş işte. Nesi var eskiden de yamalı yumalı mıydı Sabile’nin yüzü? Yumru yumru muydu vücudu? Kesekli tarlada yürür gibi mi yürürdü? Ne gezer! O da cümlemiz gibi güzeldi, gençti; insan gibi yürürdü. Ya bu gözyaşları, vara yoğa kolaylıkla dökülmezlerdi. Belki de ağlamasını bilmezdi. Ona olanlar sonradan oldu. Bir gün de her şeyi öğretiverirlerdi. Allem ettiler, kallem ettiler, kandırdılar; birkaç adamın elinde porsuyup bir gecede sokağa düşüverdi. Sabile o geceden sonrasın hatırlamaz yahut Sabile o geceden bu yana olanları bilir. O gece vücuduyla beraber başka bir şeyini de o birkaç herif elinden aldı. Bu kaldırımların, bu caddelerin tek hatuncağızı yapıverip çıktılar. Kapısını çalanlar boş dönmediler artık. Her sersem onun hasta vücuduyla yatağını doldurmaya çalıştı. Öyle ki bir, üç, beş, sekiz, nihayet dokuzuncu çocuğuna Sabile gebe kaldı. Dokuz çocuk anası Sabile, ölse inanmazdı bu günleri göreceğine. Hani bir arada dudaklarını büküp düşündükleri olur ya, işte o zamanlar Sabile muhakkak çocuklarını hatırlıyordur. Gerçi yavrular hatırlanacak kadar uzun yaşamadılar. Geldikleri gibi yine bir arpa boyu bile beklemeden çekilip gittiler. Hiç olmazsa bir ikisi yaşasaydı bari. Fakat ne lüzum vardı yaşamaya. Sen, ben, anneleri Sabile yaşıyoruz da ne yapıyoruz, şu yalan dünyanın nesine kanıyoruz? Bir de yavrular mı öğrensinler yalanı dolanı? Sabile çok kere bunları düşündüğü halde yine öpesi, kucaklayası gelir çocukları. Sevmek, koklamak ister birer birer.

-Patates kafam! İbiğim! Vay ciğerimin kakırdağı vay!

Olan oldu, geçen geçti. Fakat asıl macera birkaç ay evvel başladı. Hayatına yeni bir yaşayış girdi. Her köşe başında bıraktığı yahut her köşe başında bir yenisine sarıldığı günlerine şimdi bir başka çeşidini daha ekler oldu. Kaç defa kendi kendine nasihat etmiştir:

-Yakışmaz sana bu Sabile, sen dokuz çocuk anası bir kadınsın. Bırak o içerde tık tık atanı dinleme! 

Nafile evvela şakadandı, sonra iş sahihe bindi. Genç yakışıklı birisine tutuluverdi. Elinde mi sanki? Çekip çeviremedi gönlünü, ne yapsın? Kime anlatsın? Oldu bir kere. Elinde ise sen ayır, sen kopar bakalım nasıl ayıracaksın, nasıl koparacaksın? Onu kandırıp da bir gecede hakkından geldiklerinde bile bu içten gıcıklanışları duymamış, böyle bir ateş çemberinde kalmamıştı. Sevmek muhakkak buydu işte. Yüzünün pütürlüğü, vücudunun eğriliği kalmadı artık. Yürüyüşünü de düzeltti. Bir tuhaf oldu. Bunu nasıl söylesin size? 

İnsan değişir mi canım? Yedisinde ne ise yetmişinde de o olacak. Kazın ayağı zannettiğiniz gibi değil. Aşk Sabile’yi çok değiştirdi. Bir başka kadın yaptı çıktı. Sinema localarında, sevgilisinin kapısı önünde gizli gizli ağladığını da mı söylesin? Gönül, yaptı yapacağını Sabile’ye de herkes gibi. Ne ferman dinletir oldu ne padişah. Her akşamüzeri yorgun argın ayaklarını sürüye sürüye gidişine bakmayın Sabile’nin. Bilmem kimin alıverdiği Kulüp sigarasını tüttürürken nasıl içten çeker, nasıl sever, nasıl selamlaşır herkeslen. Sanki ömrüne bir gün daha ekliyor gibi bahtiyar. Ah! Bilememiş Sabile. Hakiki manada yaşamak sevinde oluyormuş. Bunun böyle olacağını bilseydi… Keşfedemedi; kestiremedi. Aşktan gayri şu insanların nesi varsa nesi yoksa hepsi fena imiş meğer. Sokakların ilk akşamdan tenhalaşmalarına, tatsızlaşmalarına ne mana verebiliyorsunuz, hiç düşündünüz mü? Güneşin battığı yere doğru Sabile aşkı, muhabbeti, sevgiyi beraberinde götürür de onun için. Kucağı, gönlü depdoludur o anlarda. Ya gün ışığıyla sokakların bir yaşama sevinci içindeki çırpınışları? Bu da Sabile’nin yüzü suyu hürmetine oluyor. İlk sabahtan avuç, kucak aşk ve muhabbet dağıtıyor:

-Vay ciğerimin kakırdağı vay. Gel patates kafam, gel. Merhaba efendi ağabey! 

Editör: TE Bilişim