Anahtarını kaybetmiş yaşlı bir kadının kapı önünde kalakalmışlığı düşer aklıma. Unutkanlığımdan utanır, utancımdan yanılırım. Yaz gelmiş, mevsim sarıya dönmüş benim içimdeki kışlardan bihaber. Ben “Bana ne ki dünyadan!” derken, dünya bana ve diğer bütün insanlığa olan aidiyeti ile dönüyor devr-i âlemde.

Başım da dönüyor akabinde. İçime bir hatırlayamamışlığın sisli bulanıklığı çöküyor. Aklıma geliyor gelmesine de hatırlayamıyorum. Yahut hatırlıyorum da düşmüyor öykünün geri kalanı kalemime. Kalemi atıyorum yere, yediğim içtiğim nefes aldığım her şeye saygısızlık etmişim gibi.

 Bakır kâselerden yapılmış bir kudüm, gül ağacından zahmeler ve bir de bendir çıkıyor ortaya. Şaşırıyorum.  Benim parmaklarım ki, yazmaktan başka tek iş, tek uğraş bilmez. Nasıl olur da dokunacaktım bunca şeye.

Ben dokunmuyorum, yine de onlar susmuyor. Nihaventten mi okunuyor yoksa hicazdan mı bilmem. Ben beklerken de, o makamlar gelirken de böyle güzel bir buluşmaya ihtimal vermemişizdir eminim. Bütün mahzunluğumla selam duruyorum onca hatırda kalanın teşrifine.

Hatırlıyorum!

Dervîşân beldelerinin kapı aralıklarından sızıp gelmiş bir sesin bana hatırlattığı şey inanmanın ötekicesi, kiliseden duyulmakta ve bu huzurun sesini ikiye bölmekte olan çanın çınlamasıydı. İsmini asla ezber edemediğim, ama hatırlamaktan da geri kalmadığım kahraman, uzun boylu esmer bir derviş çıkıyor yoluma. Kiliseden mi gelmiş yoksa tekkeden mi bilemem. Bana bütün dinlerin, inançların, tarikatların elçisi; henüz tek kelime bile yazamamış olan bu meczubun efendisi gibi geliyor.

Öyle geliyor ki, onun yorgun ayakları da benim susamış kelimelerim de ihtimal vermemişti bu buluşmaya. O yorulmuştu da ben beklemekten susamıştım.

 Ben, ona susamıştım, o bana yorulmuştu.

Aklın âdeti kınamak, kalbin âdeti beklemek idi. Onu aklımla değil, bir şiir ölçüsünce kalbimle beklemiştim. Her şiirimin yekdiğerinden farklı oluşu, beklediğim her anın da birbirinden olanca farklılığındandı elbette.

Ben bir zamanlar kabul olmaz diye isyana düşe düşe ettiğim dualarımın avucuma dökülüşünü izlerken, o derviş esmer ellerindeki asası ile beklemekteydi benim yazmamı. Yazacak olduklarımı çoktan biliyormuşçasına, talebesine ezber tekriri yaptıran bir hoca gibi vuruyor asasını yere.

 Korkmuyorum da ürperiyorum nedense. Ürkütmüyor da ürpertiyor sanki.

 “Sen zamanı geçti zannederken!” diyor ve benim dinleyip dinlemediğime bakıyor. “Sen zamanı geçti zannederken, daha yaşayacakların ve yazacakların başlamamıştır bile.” Ben yazacak olup da yazmadıklarımdan utanıyorum o anda.  

Sonra cümlelerim benim ona susadığım gibi, yağmura susamış toprağa düşüyor. Kurakta yetişecekmiş gibi iki kelamlık tohum atıyorum yere. “Kaderini Allah çizer” diyorum. “Ben yazarım, kaderini Allah çizer!”

Dilsiz diye bildiğim kara gözlü, kara elli ama sözleri ak benizli derviş konuşmaya başlıyor.

 “Aslında 'unuttum' diye başladığın her cümle ile hatırlarsın. Sen unutursun da tarihçeler arsızlaşır. Üstelik kelimelerin de insafı yoktur. Bildiklerin gibi onun da zekâtı yüzde yüzdür. Öğrendiğin kadarını yazmakla mükellefsin. Olanca çetrefilliliği ile çözülüverir cümleler, yeter ki yazacak ol. Halinin gizlediği sırlar ile kelimenin söylediği yalanları karıştırma birbirine. Kelimelerin gücü var ise de tasavvuru yoktur, onlara doğruyu yazdır. Zinhar kelimelere yalan söyletme, kul hakkıdır! Kulun doğruyu öğrenme hakkıdır, vebali büyüktür.

Yalan söylemek gibi değildir o yalanı yazmak. Dil sürçer sürçülisan olur da kalem yazdığını silmez. Bir kere yanlış yazarsan eğer, bundan sonra o yanlışı diyen de soran da sen olursun. Soruyu soran, o soruya cevap olan ve dahi o soruyu yalanlayan yine sen olursun.

Olmaz diye beylik cümleler kurma! Olan da sana olur, oldurduğun da. Kalan da sana kalır, yolladığın da. Kaybettiğin de senden gider, sıkı sıkı elinde tuttuğun da!”

Kaybettiklerime mi yansaydım, hiç kazanmamış olduklarıma mı? Yazdıklarıma mı yoksa yazacak olduklarıma mı bundan sonra? 

Eyvah!” diyorum bütün gafletimle. Yazdıklarımı bir tek kalem değil, kâğıt değil, her şey bilecekti artık. Bulutlar da bilecek, sıra dağlar da, yollar da bilecek, yolcular da. Yetişmemiş çocuklar, yaşlanmış, yaşı yetmişler ve daha kimler, neler...

Önümdeki kudümü, zahmeyi, bendiri atıyorum bir kanara. Kalemimi arıyorum. Hokkamı, kâğıdımı, mürekkebimi!

Yazacağım geliyor aklıma, yazdıklarım gidiyor. Hatırlıyorum ne işleyeceğimi kâğıda. Öyle ki dünyadan Levh-i mahvuz'a kadar ne diyeceksem hatırlamıştım. Ne yürüyeceksem görmüştüm. Ne yiyeceksem doymuş, ne içeceksem ta en baştan susamıştım.

Şimdi yazmalıydım. Ne yazacaksam taa en baştan hatırlamıştım.