Yasalar; hürriyetimize koyduğumuz yasaklarımızdır... 

Sınırlamalarımız, engellemelerimiz, gemlerimiz... 

Sahi neden böyle bir sınırlamaya ihtiyaç duyar insan?!.. Nedir bu sınırlamanın gerekçesi? Bir kader mi? İnsanın fıtratından, yaratılışından kaynaklanan bir şey mi? İnsanın ve tüm yaratılmışların ‘yaratık’ olmasıyla bir bağlantısı var mı? Yaratılmış olduğumuz için mi kendimizi sınırlıyoruz yoksa? Başka bir ifadeyle ‘yaratılmış’ olmanın sınırlamayla bir bağlantısı var mı? Yaratıcı her yarattığını eksik mi yaratıyor (!) yoksa yaratılanın ‘mükemmel’ olandan bir cüz olması hasebiyle sınırlı olması mı söz konusu olan…

Bizi sınırlayan biz miyiz, bizi yoktan var eden mi?!.. kendi kendimi, dünyamızı bir buyruğun, yaratılmışlığın bilinciyle mi sınırlıyoruz, bilinçsiz cemi? Bir buyruğun direktifleri doğrultusunda sınırlıyorsak, yaratılmış olmanın, eksik olmanın bunda bir katkısı var mı? Eksik yaratılmış olmanın etrafımıza tel örgüler çekmemize katkısı ne kadar? Yaratan düşünce, idrak kabiliyetimizin ve duyu organlarımızın kabiliyetini, frekansını biraz daha yükseltmiş olsaydı sınırlamalarımız sınırı da o oranda genişler miydi?...

Yaratılmanın  verdiği eksiklikle yaşamımızı idâme ettirirken, eksik olmanın verdiği eksiklikle kendimizi ve dünyamızı eksik yönettiğimiz için mi yaşam alanımızı sınırlıyoruz?!.. Yoksa algılama ve değerlendirme kabiliyetimiz sınırlı olduğu için becerebildiğimiz bu mu?..

Sınırlı  ve eksik yaratılanın sınırlanın genişlemesi, eksikliğinin giderilmesi, tamamlanmamsı mümkün mü? Sınırlar aşıla bilir mi? Yaratılmışların bir yaratı tarafından yoktan var edildiği düşüncesi ekseninden uzaklaşan materyalist düşünceye göre insanın hürriyetinin boyu kaç metredir? İnsanlık içinde bulunduğu bu kısır döngüden günün irinde kurtulacak mı? Tekrar ait olduğu yerlere; kırlara,  dağlara, sadece elleri, ayakları, aklının -kim tarafından verildiğini hiçe sayarak- güçleri doğrultusunda sınırları yıkarak dönecek mi? Bir arada yaşamak; bir şehir de, kasaba da, köy’de diz dize oturup sonrada “git öte” diyerek yetmişinde yedi yaşında çocuklar gibi bir birimizin yüzünü tırmıklamak zorun damıyız? 

Konuyu inanç yönünden değerlendirmememiz gerekirse yaratıcı,  ‘insanı’ yaratılanların en şereflisi, (üstünü) olarak yaratımı diyor. Yani bizi diğer yaratılmışlara hükmedebilecek yetenekte ve kabiliyette. –peki niye öyle yarattın Ey! Yaratıcı- Bana kulluk edesiniz diye. Niye kini?!.. sen ki her şeyi yaratansın, bir kulluğa mı kaldı?! İstesen pekâla kullarında en âlâsını - sana kullukta sıfır kusur hatalı (melekler gibi) insanlar yaratırsın- niye böyle bir kul yarattın ortada duran? -hikmetinden sual olunmaz- başka ne yaptın ey! Yaratıcı? Birde o insanlara yerlerin ve göklerin kabullenmekten bertaraf olduğu emanet verdim... Nedir o, akıl, sorumluluk, irade, kendini bilmek, özel teşebbüs. Nasıl kabul ettik biz bu emaneti Ey Yaratıcı?! Yerler ve gökler diğer yarattıkların kabul etmedi de? Eee ben sizi bu emaneti kabul edecek kabiliyette yarattım da ondan. Peki diğer yaratıklar emanetinizi kabul etmemekle size isyan etmediler mi? Onlara bu kabiliyeti vermediğim için sorumlulukları yoktur. Çünkü üstünlüğü size verirken hercai olarak vermedim. Arkasından sorumluluk verdim.

Sizi yaratılmışların en şereflisi yaratman bir rastlantıdan ibaret değildir. Tamamen planlamalarım doğrultusunda yapmış olduğum bir eylemdir. Yarattığım tüm canlı ve cansız varlıkların yeryüzündeki yaşamlarını belirli bir düzene soktum. Seni de (ey İnsan) yaratılmışların en rütbelileri olarak onların başına komutan olarak atadım. Sebep ise Ey! Kul seninle kendi arama kurmuş olduğum ‘kıl’dan köprüdür.

Dikkat eder yaratılış gayene ters düşmezsen aramızdaki trafik bir ahenk içinde seyredecek. Dikkat etmezsen bu köprüden uçuruma yuvarlanırsın ama aramızdaki abdiyet ve yaratıcılık hep böyle kalacak. Seni kendimden ayırmam, ya da senin benden ayrılman söz konusu değildir. Çünkü ben asılım sen suretsin… Münasebetimiz ezeli ve ebedidir…

Konuyu insanların ve canlıların uzun süren bir gelişim sürecinden geçtikten sonra bu gelişmiş haline eriştiği yönünde değerlendirirsek, bu bir duraklama dönemi midir? Neden kendimizi ve hayatımızı sınırlıyoruz? Bu gelişimlimizin ulaştığı son noktamı? Neden ilerleme kat etmiyoruz? Bu güne kadar gelişme kabiliyetimiz varken şimdi ne oldu? Yaşam alanımızı neden daraltıyoruz? Üzerimizde gelişmemize engel bir durum yokken neden kendimizi zindanlarda çürütüyoruz?!..  

Burası  komşunun arsası geçemezsin. Kiralamış olduğun evi kontratın dışında bir amaç için kullanamazsın. Apartman içinde yüksek sesle konuşamazsın. Meskûn mahalde silah kullanamazsın... 

Sokaklara çöp atamazsın. Arsana imar ve iskân yasalarına aykırı şekilde kat çıkamazsın... 

Kimliksiz dolaşamazsın. Ülkenden dışarıya Pasaportsuz çıkamazsın. Bu ülkeye vizesiz giremezsin...

Niçin kendimizi böylesine bir bilmecenin içine atmışız.?!..   

Hani, kuşlar kadar hür,

Denizler kadar dalgalı, 

Irmaklar Kadar lirik, 

Karlı dağlar gibi pervasız yaşamak varken...

Hani küheylanlar gibi yeşil Vadilerde dolaşmak, Arılar gibi her çiçekten bal almak varken 

sınırlamalar niye?!..

Neden özgür ayaklarımıza Pranga, hoyrat bileklerimize Kelepçeler vurmuşuz?!..

Hani, bülbülü altın kafes sıkar da bizi sıkmaz mı?!..

Şimdi işimiz ne altın kafeste?!..

Vatan...

Vatan demekten başka...

Kafes bizim mi olmalı? Neden Vatan ve terennümlerimiz?!..

Yoksa altın kafes bize mi layık? Hiçbir varlığı altın kafese layık görmediğimiz bencilliğimiz niye?!

Bu ne bencillik!..

Bülbül dağları sever bırakın gitsin. Biz kafesi. Neden?!..

Çünkü kafes altın.Biz malı severiz arkadaş!...

Onunla her şeyi satın alabiliriz. Yasaları değil ama yasacıları,

Yaşattıklarıyla gurur duyan yasakçıları...