Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. 

Evvel zamanda yolculuğu bırakıp, kalbur zaman dışında, develer tellal, pireler berber olmadan, çocuklar analarının beşiğini tıngır mıngır sallamadan, yaş kemâle ermeden oku. 

Uzun zamandır düşlerim bir kuytuda… Sık dokunmuş ama yine de her an çözülüverecekmişçesine duran bir yüzey gibi kendini ele veren düşüncelerim ile, dokunduğu her umuda kendi hayalini sessizce işleyen bir yüreğin arasındaki temasta kendini açığa vuran bir yalnızlık rıhtımı bu…

Yalnızlığın en güzel hali… 

Yaşa bir destur çekip, düşünceler ile geçmeli onu… Çok okumalı! Hayatın keşmekeşini düşünce limanına demirleyip, umut kokan birkaç yaprağa gömülmeli… Okumalı ki yetersizliğini gidermeli yahut bilmezliğini ortaya çıkarmalı… 

Çok düşünmeli. Kemâle ermek yaşta değil, baştadır. Ne diyordu İlber Ortaylı: “Gençler, gittiğiniz okullar size yetmeyecek. Öyle kurgulandılar. Deliler gibi kitap okuyun. Okuyun, güçlenin.” 

Küçükken ayakkabılarımı ilk babam bağlamıştı. O güçlü, kuvvetli, dağ gibi görünen adam; küçücük kızının önünde çöküp iki ipin ucunu birbirine sıkıca tutturmuştu. Düşmeyeyim, ayakkabım ayağımdan çıkmasın, daha uzun yollar kat edebileyim diye… İlk adımlarımı işte o güçle atmıştım. Kendimden emindim. Çünkü babam benim ilk âşık olduğum adamdı. 

Günler geçip, yaş ilerledikçe o ayakkabıların anlattığı ders değişti. Yere daha sağlam basabilmem için benim, kitapların önünde eğilmem gerekiyordu. Yaş belli bir vakte kadar bana yoldaş olmayı seçti ve anlamını yitirdi. Şimdi ise geçen günlerin hatta senelerin bir önemi yok. Okuduğum kitapların ve benim hayatıma sıkıca attıkları düşünce bağlarına ihtiyacım var. 

Yaş vermez olgunluğu ya da bilgiyi… Zamana bırakırsan, alır elinden çoğu şeyi… Peşinden koşman gerekecek bazı şeylerin, tutup yakasından söke söke almalı istediğini… “Küçük yaşta hayata atılıp ne yapacaksın” diyenlere; en güzel düşünce kulaçlarını göstermelisin yaşam denizinde…

Okumalısın, sadece kitapları değil, insanları, yaşamları, geçmişi okumalısın. Masallara inanıp, yerinde saymak yerine; kendi masalının başrolüne kurulmalısın. Kimse kaldıramamalı seni o makamdan. Ha bir de! Hazıra konarak değil, tırnaklarınla kazıyarak bir yerlere gelmeli insan… 

Tutmalı yakasından hayatın, istediğini itiraf ettirene kadar sorgusunu bırakmamalı… O ki bizim tek şahidimiz. Kim inanır ki görünmeyen meziyetlere, düşlere?.. Elini attığın gibi kopardıkların senindir şu hayatta… 

Sevmeli, okumalı ve yazmalı… Hayatın merkezine bu üçlüyü oturtmalı. Seversen, hayata farklı bir boyutla, merhamet ile bakarsın. Okursan hayallerini, yaşanmışlıkların ile harmanlayıp, kendine has bir dünya yaratırsın. Ve yazarsan, o dünyanın cümlelerini harf harf sen kâğıda dökersin. 

Sessizliğin sesini bilir misin? Ağzın hareket etmiyor iken, gözlerin ile baktığın o çizgilerin sana bir şeyler fısıldadığını… Ve gözlerinin içi gülerek, kocaman bir tebessüm ile kendini onlara bakarken bulmanın ilginçliğini… 

Onlar ki ilk kulaklar yerine, direk gönle işleyen seslerdir. Her insan onlara erişecek kadar şanslı değildir. Tabii şansını da kendisi meydana getirir. 

Demem o ki; okumalı, yazmalı ve dinlemelisin. Görmedim, duymadım, bilmiyorum diyenlere inat üç maymunu protesto edip, üç güzel meziyeti farkındalık ile hayatına yerleştirmelisin. Unutma bu hayat senin hayatın ve sen faydalı olduğun kadar, dünyada bir iz bıraktığın zaman varsın. (Kendime not.)