İnsanı diğer yaratıklardan üstün kılan tek şey yarınını planlayabilmesi olsa gerek. Gerçi karınca da yazdan tedarikini yapıyor ama her kuralın istisnaları vardır elbet. Hatta çoğu zaman istisnalar kurallardan daha fazladır.

İnsana insan olma özelliğini veren, onu diğer canlılardan üstün kılan, inançların ona verdiği önemle ortaya çıkar. Bazı inanç mensupları inançlarından esinlenerek kendilerini yeryüzünün efendisi; diğeri, daha da öte giderek yaratıcının oğlunun kavmi, olduğunu ileri sürerken, öbürküde kendilerini yaratıcının yeryüzündeki temsilcisi olarak ilan etmişlerdir.

Diğer canlılar arasında böyle bir gurbiyet bağı var mıdır bilmiyorum. Belki bu sırra kuşlarla konuşma erdemini elinde bulunduran Hz. Süleyman zamanı da yaşamış olsaydık açıklık getirme şansımız olurdu. İnsanın dışındaki canlılar âleminde kurallar ezelden ebede devam edeceğe benziyor. Adı üzerinde ‘doğa kanunu’ , ama ne hikmetse her ortamda kendisinin diğer canlılardan farklı olduğunu söyleyen insanlık bu güne dek yaşam rotasını çizememiştir.

Tarlasına her sene farklı tohum attığı halde bir türlü istediği ürünü alamayan çiftçi gibi insanlık bir türlü tarla ve tohum arasındaki uyum çizgisini keşfedemedi. Oysa konunun uzmanına danışıp topraktan bir numune alarak inceletse bu meseleyi kökünden halledecek. İnsan kendi kendine sormadan edemiyor: acaba bile bile mi yapıyoruz bu yanlışlığı? Yoksa gerçekten bu üstün meziyetlerimize rağmen tarlanın istediği tohumu ya da tohumun istediği tarlayı tutturamıyoruz?!..

Nedir sırrın sırrı?!.. Önce kendimize bunu sormamız lazım. İşimize gelince diğer varlıklardan üstün meziyetlere sahip olduğumuzu söylüyoruz da uygulamaya gelince unutuyor muyuz?..

Oysa kendileri üzerinde hâkimiyet kurduğumuz veya bize kurma meziyetleri veren Yaratıcının yaratış sırrına uygun davransak bu kargaşa temelden hallolacak. Bak beğenmediğimiz diğer canlılar insanlığın yıllardır süren kavgasından uzak hayatlarını idame ettiriyorlar.

Ortada bir yanlış anlaşılma var ama nerede?!.. Sahi biz kendimizi mi kandırıyoruz?!.. Kaba tabirle düşman yerine hep ayağımıza mı sıkıyoruz kurşunu? Zaman zaman güzel şeyler yapacakmış gibi bir araya toplandıktan sonra neden ateş üzerinde kavrulmak için konan mısır taneleri gibi sağa sola patlıyoruz?!..

Oysa zor zamanlarda ve mutluluk anlarında aynı tepkileri veriyoruz. Her ne kadar bazımız ağlanacak yerde gülme gibi bir ikilem içinde bulunsa da bu insanın elinde olmayan yaratılış hikmetinin ve insan mizacının farklılığında öteye geçmemektedir. Normal koşullarda yüzde oranlamasına girersek, elim bir olay karşısında vermiş olduğumuz tepkilerle sevinç olaylarından sonra verdiğimiz tepkiler aynı.

Her insan, karnı doyuncaya kadar yemek yer. Her insan uykusu gelince yatar ve belirli bir süre sonra uyanır. Her insan, aynı şekilde dünyaya gelir, büyür, gençlik ve orta yaşlılıktan sonra tekrar inişe geçerek içinde bulunduğu gezeğenden kaybolur. Canlılık halinde verdiğimiz tepkiyle bedenimizden ruhumuzun ayrıldığı anda verdiğimiz tepkisizlikte aynı.

Nedir sorun?!.. 

Doymama korkusu mu?.. 

Yoksa diğer insanlardan daha fazla yaşayacağımızın tapusunu elimizde taşıdığımız için yarına diğer insanlardan daha fazla yatırım yapma hevesi veya şehveti mi?!..

Evet, hepimiz aynı oranda yiyecekle doymuyoruz. Hepimiz aynı şeylerden zevk alıp aynı oranda sevinmiyoruz. Tepkimizin, hüznümüzün ve doyumumuzun oranlarının farklı olması bunların olmadığı anlamını vermez. Bu konuda söylense söylense farklı insan olmanın ayrıcalığındaki hikmete hayran kalma ve ram olma duygularını tetikler içimizde.

Ağlarız, güleriz, acıkırız, endişeleniriz vs.. çünkü insanız. Peki, sadece bunlar diğer varlıklardan üstün olduğumuz anlamına mı geliyor? Elbette hayır. Hepimiz biliriz ki, bir kedi, bir köpek ne bileyim bir kuşta ağlar. Aramızda ki farklar bunlardan kaynaklanmıyor elbet. Farklılığın kaynağı da biz değiliz. Farklılığımızın kaynağı yaratıcının vermiş olduğu vazife ve ödevlerdir. Külfet ve rahmetten. Zira ne kadar külfet varsa, bu külfete ne kadar katlanmışsa insan o derece rahmete ve insanlığa o derece yaklaşmıştır.

Öyleyse insanlık bir hiçtir. Zira hayata kendinden kattığı bir şey yoktur. Nasıl ki yedi yaşında bir çocuk en sudan bahanelerle kavga ediyorsa akranlarıyla hatta gücücü yetmeyeceklere bile kafa tutuyorsa, yetmiş yaşındaki insanda zaman zaman aynı hareketleri sergileyebiliyor. Bizi biz yapan biz değiliz. Hz. Mevlana’nın dediği gibi “bir biz vardır bizde bizden içeru”  işte o dur boynumuza üstün meziyet yaftasını takan. Odur, her nefes alışımızda şükretmemiz gerekirken kendisini yok sayar gibi isyanlarda oluşumuza aldırmadan insan olma payesini karşımızda tutan.

Görürsek bilinçsiz yaşamamıza rağmen payenin kim tarafından verildiğini, tüm sorunlar kökünden çözülecek bir bir. Tartışmasız, kavgasız ve insanca yaşama etiketinin sahibinin yalnız biz olmadığımızı, çözdüğümüz an bitecek çocukça kavgalarımız.  

Bir başka soru ise: kavgasız bir insan topluluğu ütopyası. Olabilir mi acaba? Ya da olmalı mı? Elbette olmamalıdır. Aslolan mızıkçı, kavgacıdan yanda değil safın öbür yanında yer alma mücadelesidir asil insanın hedefi. Mademki doğru, esas, anlamda birdir. Mademki insanlar kendi aralarında hayatın akışını sağlamak için bazı koordinatlar oluşturmuştur. İşte o koordinatları her yerde ve her ortamda aynı yapabilmektir tüm çabalar. 

Kavga hakta, haklıda olduğu zaman esas manasını bulur. Zayıfı korumak, yoksulu gözetmek, yetimin başını okşama uğruna yapıldığı zaman hedefinde isabetlidir. Hedef, pastadan büyük pay kapma yarışı olmamalıdır. O zaman yarış, farklı bir anlam yükler kendine. Kurallar kural tanımayanlara karşı bir kalkandır. Ama bu kalkan her kural tanımayanlara karşı olmalıdır. O kuralları koyanlar kendilerine gelince koymuş oldukları kuralları yok sayamazlar. 

İnsanlığın atası, tek başına gönderilirken gezeğenimize kurallarını da getirmiştir yanında. Kuralı çiğnemesiyle birlikte insan olma sınavını çetin bir şekilde tamamlamıştır. Kavgalar, sevinçler açlıklar vb. duygular onla gelmiş ve ardın gelen insanlıkla son bulacaktır. Tüm çaba safın iyi tarafında durabilme çabasıdır. Hakkın ve haklının yanında saf tutmaktır haksızlığa karşı. 

Hal böyle olunca, bazı ağlamalar ve gülmeler esas anlamını bulacaktır elbet. Değilse akan gözyaşları kimine göre mideye büyük lokmayı indirmenin devinimlerinden gelirken bir diğerine göre de gerçekten elem ve hüzünden kaynaklanacaktır. O zaman aklıselim her insanın aklına gelen tek sözcük: YAS’A BAK! YAŞA olmaktan öteye geçmeyecektir.