Aklımı erişilmez, bilgimi ulaşılmaz sanma sevdalarım boşuna. Ömrümün uzun olacağı zannıyla hiçbir şeye aldırmadan har vurup harman savurmam anlaşılır gibi değil. Kutsal kitaplarda zikredilen geçmiş ümmetlerin yaş oranıyla oranlarsam ömrümü, en uzun yaşama ihtimali olsa bile, onların uyuma saatleri, dinlenme saatlerine yetişebilmem için yanıma üç beş kişi daha almalıyım.

Bir avuç insanı, dokuz yüz elli senenin dokuz yüz senesinde anca kurtarabilen, elçinin metanetini, sabrını ve azmini, o büyük sandığım aklımın anlaması da mucize. Böbürlenerek, çaka satarak, dolaşmalarımda uluorta nafile. Kendini beğenmiş beniâdem olarak bir kez görebilsem cismimi aynada, madalyalarım gözardı edilirse, ne kadar da çelimsiz ve gösterisiz olduğumun farkına varacağım.

Böbürlenmemin yegâne kaynağı, yaratıcımın üzerime atfettiği ulvilik, boynum taktığı muska,  sırtıma verdiği urbadır. Bunlarsız bir hiçim ama anlayabilmek ya da kavramak için o kocaman sandığım cüce aklımı hareket ettirebilmem gerekiyor. Umursamıyorum, farkına varmıyorum, kafa yormak istemiyorum bu hilkat garibesi yaratılışımın üstünlüğünün, süsünün, ne olduğunu anlamak için. Aldığım madalyaları kendi bileğim, kendi yüreğimle aldığım yanılgısına kapılıp adeta meydan okuma çabaları içine düşüyorum.

Ustam kaç keser eksikliğiyle sürmüşse beni mezada, o kadar kudretim ve takatimin olduğu gerçeği, bir türlü göstermiyor kendini nerde unutmuş ne ye satmışsam beş paraya. Bilincim bilinçsizce takip ederken üç günlük ömrümü, ömrünün sayısını ne kadar az olduğunu düşünmeden dalıyorum hayata kulaçlamasına. Gölette yüzme çabalarım, okyanusta yüzen dev balinalar görkeminde. Sanki koskoca okyanusu iki ellerimle alıp göksümden aşağıya itiveriyorum kahramanca. Oysa ayağa kalkınca ayaklarım yerdeki çakıllara değiyor ama ben bunu hissetmek bile istemiyorum. Bir kuğu edasıyla suyun yüzünde yüzer gibi dolaşıyorum o köşeden bu köşeye.

Okyanuslar benim, yüce dağlar benim, eğnin ovalar benim, diğerleri ise, biçarelere vakitli vakitsiz verdiğim hediyelerim, bağışlarımdan başka bir şey değil. Çok çalışkan, çok mahir olmalıyım, bunca kazancı, bunca varlığı, elli sene, yüz sene gibi bir zamanda toplayıp pervasızca dağıttığıma göre. Başka bu bonkörlüğüme ne söz söylenir bilemiyorum. Oysa bu devasa yapımı sarsan, bir diş ağrısının o koca bünyemde yaptığı depremler, beni yerden yere vuruyor zaman zaman. Ben bu nöbetleri, alıp verdiğim bir nefes gibi hiçe sayıyorum atlatınca. O deprem dakikaları, yer kürenin ayaklarımın altında nasıl sallandığını farkına vardığım anlar olsa bile, çabucak unutuyorum bu bünye sarsıntılarını.

Her sarsıntıdan sonra bileniyor, unutkanlığıma bürünüyor, geçmişe bir sünger çekiyor, hiç olmamış gibi yeniden diklenmeye çalışıyorum hayata karşı, kendimce bitmez sandığım yetmiş seksen yıla. Zaman zamanda bu yapıma, başka bahaneler uydurmaktan da geri
kalmıyorum hani. Mesela şöyle diyorum: " yok canım o dokuz yüz otuz sene, kırk sene, elli sene, bizim bildiğimiz sene değildir. O seneleri biz anlayamayız. Değilse yaşa yaşa bitmez. İnsan yaşarken usanır." Oysa bu bahane, hırsız minare darbı meselinden başka bir şey değildir. Olsa olsa okumak istemeyen öğrencinin sudan sebeplerle ya öğretmeni ya
da sınıf arkadaşını bahane ederek okulu terk etmesidir.

Bir ben değilim aslında bu gezeğende öyle ölmeyecekmiş gibi yaşayan âdemoğlu. Aksini düşünenler yok denecek kadar azdır. Hiç de yadırgamamalıyım bu gidişatı. Hayatında bir ilmihal kitabını baştan sona okumadan, üç sayfayı gözden geçirdikten sonra kendini dini
konuda fakih sayanlarla, iki ekmek çalanların, nezarethanede bir gece geçirdikten sonra kendini beşeri hukukta uzman sayanların cirit attığı bir ülkede, doğuştan mevhibe sahibi olanları unutmamalıyız. Zira seçkin insanlar hep kendiliklerinden ilim irfan sahi oluvermediler mi?

Hepimiz seçkin, seçilmiş insan olma sevdasındayız. Ama hiçbirimiz seçilenin hangi ortamlardan geldiği ve seçilmeden önce nasıl biri olduğuna dönüp bakma zahmetine katlanma ihtiyacını hissetmiyoruz. Her bedene bir urba, her urbaya da bir bedenim var benim. Urbam bedenime uymazsa bedenimi, bedenim urbama uymazsa urbamı değiştiriyorum. Tüm zamanlarda ve mekânlarda; karada, havada, denizde her yerde, kendime göre bir yaşam tarzım, bir hayat hikâyem var. Diğer mahlûk bu özeliklerinin farkında değillerdir. Bir balina karada yaşamayı başara bilse, ya da karadaki güvenin farkındalığına varabilse öyle gece gündüz sularda debelenip durmazdı. Hakeza dağlar kıralı suya inince avının ve azığının bolluğunun farkına varabilseydi öyle dolanıp durmazdı dağ bayır demeden. Bu haslet bana ait, bizatihi şahsıma, bunu ben bilir, ben başarırım...

Mademki verilmiş hükümranlığım bu âlemde, kullanmalıyım dur durak bilmeden. Uzun ömrümün bitmek tükenmek bilmeyen mevsimleri, ayları, günleri ve saatlerini yaşamalıyım kana kana. Daha vakit çok, yol kısa zaman uzun. Hüzün nöbetlerimi kısa, sevinç anlarımı uzun tutmalı, gam almalıyım hayattan. Geçmişin örneklerini kendine, geleceğin şöhretlerini kendime mâletmeliyim. Saltanatın sarhoşluğunda yaşamalı, zamanın sabahında avunmalıyım uzun uzun. Bileğimin bükülmez, yüreğimin sökülmez olduğunu haykırmalıyım zamanın sağır kulaklarına. Ağlamak, nisan yağmurları gibi ilaç olurken arzın kuraklığına, sevinçlerim bir tufan olmalı sahipsizlerin yurduna.

Ne dert çeken sinelerden haberdar olmalı nede kavrulmuş yüreklere meltem olmalıyım temmuz sıcaklarında. Sahra çiçeklerinin yaşama hevesine ilham verme yaşlarımı, damıtmalıyım göz pınarlarımda. Onu isteyene vermek varken boşa akıtmalı, beyhude isteklere amade etmeliyim bencilce. İşte hayattan anlayabildiklerim bunlar. Varoluş gayesinden habersiz, saltanatlar kuran ve nice ümmetlerin tarumar oluşuna seyirci kalan insan kimliğimle, hayatın son noktasını koyan mühürdarı olma anlayışımın, nüvesi, özü bu. Sahte kahramanlıklarımın gerçeğin karşısındaki sığ duruşu, yüreğimin devinimlerini köreltmiş, işlevsiz hale getirmişte farkında bile değilim.

Başıboşluğumun farkında olsam da kabullenmiyorum. Gerçek, bir şubat soğuğu gibi çarpılsa da yetmişlik suratıma, törpülüyorum hissetme duyularımı, yakıyorum sinir uçlarımı bir bir. Soğuklar benim, sıcaklar benim, mevsimler tenimdir, seneler bedenim. Böylece hep birlikte dolaşıyoruz bu gezegende. Gezegenim, ilhamını benden alıyor tutunabilmek için hayata. Gözleri görmeyeninin başka bir duyu organı olabileceği gerçeği bağlamıyor beni. Kaçışlarım bundandır, uçuşlarım bundan. Rüzgâr, ateş, su, gök ve yer ne varsa bu gezegende hepsi benim gölgemde yaşayan yaratıklardan başka bir şey değillerdir. Onlar sultanlığımın emrine amade olmuş, kerameti benden menkul yaratıklardır. Emirlerini benden, emirlerini bana itaat etmek için alırlar.

O, emri veren, şahsıma hizmette kusur etmemeleri yönünde sıkı sıkı tembih etmeli ki itaatte kusur etmiyorlar. Oysa ben, isyan etmeleri halinde cezalandırılacakları korkularının benden kaynaklandığını bildikleri zannıyla hareket ettikleri bilginçliğiyle yaşıyorum. Korkularının benden de öte bir amirin kudretinde olduğunu bilmem, bir şey eksiltmez bende. Yanılgım; "ol deyince bir kez var oldu cıhan" ilkesini unutkanlığımla alabora olmamdan kaynaklanıyor. Tüm yaratıkların bir tek yaratılmışa hizmet için yaratıldığını bile bile küstahlığımdan taviz vermemek için, elimden gelenden daha fazlasını yapma sarsaklığına kapılıyorum.

Uçmanın anatomisini yaparken uçmayı, yağmurun tahlilini yaparken yağdırmayı beceremez, böyle bir güce sahip olmak gibi bir yetimin olmadığının farkında lığına erişemezken, tahmini hava raporları verip tahmini tahlil sonuçlarıyla aldatma pehlivanlığına
soyunuyorum gezegenimi. Başka gezegenden misafir gelmiş gibi kuruluyorum yaşamın şiltesine, heves ağaçlarını dumura uğratarak uzuyorum fakir düşlerimle avutarak kendimi. Hayat, söylemimle yaşantım arasında bir avuntu gibi dururken, onu gayesine denk düşecek şekilde şekillendirme gibi bir mihneti kendime ilke edinmekten adım adım kaçma yolarını arıyorum.

Gelmem gereken yoldan gelmek ya da gitmem gereken yoldan gitmek varken kolaydan, adeta kendimi dünyada yapılacak en büyük maraton yarışında galibiyet kürsüne çıkmaya hazırlıyorum. O kürsü ki kendi hemcinslerim tarafından üretilmiş yapay bir nefis kabartısından öte hiçbir fayda sağlamayacaktır ilahi buyruk karşısında. Bu uğurda harcadığım çabanın, göze aldığım riskin milyonda birini bile koyabilsem önüme hedef olarak, kendisine ulaşmamın kaçınılmaz olduğunu bildiğim halde bilmezlikten gelmeyi yeğliyor olmayacaktım ihanet ederek kendime. Benki tüm hainlikleri bildiğim halde hain olmadığım vesvesesine kaptırmışım kendimi. Bu tapum, en büyük dedemden kalan tek yadigâr olmalı ki vazgeçemiyorum ondan ilelebet. Vazgeçsem de bu vazgeçmelerimi zaman zaman çiğniyor, yeni bir vazgeçme doğrusu oluşturuyor, kendimi yeniden organize etme yoluna gidiyorum.

Yolların çatallığını yüreğimin çatallığına, dünlerin kerametini kendi kerametime yorumluyorum. Gelen günlerin geçen dünlerden daha da zalim olduğuna aldırmıyorum. Vurdumduymazlığımla vurgunculuğumu beceri haneme yazıyorum kibarca. Nice Alplerin günün birinde piri fani olduğunu görmezlikten geliyorum. Yarın kendimin de görülmez olacağı günlerin soluklarını hissetsem de ensemde, onu bir meltem rüzgârıyla karıştırma avuntularım sevimli geliyor bana. Asıl oyunun, yaşam denilen kavganın, üstünde ateş yanan toprağın hakkını yeme küstahlığı olduğunu düşünmek istemiyorum.

Düşünmek başlı başına bir külfet geliyor bana. Bir haile. Geriye bakışlarım, narçiçeklerinden başka güzellikleri hatırlatsınlar istemiyorum. Miskiamber kokuları burnuma, tüm güzellikler gözlerime, meftun olsunlar,  cariyeler gibi dolasınlar etrafımda. Güzelliklerin ardı arkası kesilmesin, çirkinliklerle bağlantım ilintim olduğu yönündeki varsayımlara itibar gösterilmesin. Yapmacık devinimlerimle attığım adımlarım sınırsız rakamlarla çarpılıp toplanırken, doğrudan sapmalarım görmezlikten gelinsin hasıraltı edilsin. Gelişimde şanlı olsun gidişimde. Çıkmaz sokakları çıkar, yenilir yutulur olmayan soykalıklarımı masuma yaptığım, saflığımdan işlediğim unutulmamalı. Veren güçlü alanı her zaman mazur görebilir elbet. Yalnız zayıf olduğumu anlayabilme erdemine ermemiş olacağım ki her istemediğim nöbetler gibi bu nöbetimde dakikalardan daha fazla sürmemektedir.

Hilkatime aykırı olarak tutulduğum sara nöbetleri kadar direnebilsem şehvetin karşısında, aşılması güç dağlardan daha yüce aç bırakılması imkânsız ovalarından daha bereketli olacağım kesin ve tartışmasız bir gerçektir. Öyle olmasına karşın bu gerçeğin

Kendisi de içimde yaktığım yangını söndürmede faydasız meltem rüzgârı, zayıf, anlamsız ve biçare kalıyor. Yaktığım yangında ısınmak isteyişimde kendimi avutmadan başka bir işe yaramıyor. Zira ateşimin mevsimsiz, zamansız ve yersiz yanışı, ucubelikten, basiretsizlikten başka bir yafta bırakmıyor ardında alıp giderken beni.

Kimsiz kimsesiz çocukların oyununu bozuyorum, düzen kurdum, oyuna bir şekil verdim diye avuturken kendimi. İnsanlığın teknolojide kat ettiği mesafenin güya azameti gözlerimi kamaştırıyor. Bunların bir kaçını öğrenmekle de kendimi yeryüzünde sözüm ona bir şey
bilir sınıfına istif ediyorum. Her gülenin sevinçten, her ağlayanında üzüntüden ağladığına aldanan göstermelik yanım, bu basit basiretsizliği bile anlamakta ne kadar aciz olduğunu fısıldamıyor kulaklarıma. En ileri icadın sonsuz kudret sahibi yaratıcının insan gibi zayıf bir varlığa vermiş olduğu birkaç kırıntının ürünü olmaktan öteye geçemeyeceği bilgisi unutuluveriyor iki vakit arasında.

Kuşlar uçmayı unutmuyor, her kanat çırpışlarında yaratıcıyı tespih ediyorlar da ben ağır aksak yürüme devinimlerimi bir şey sayarak efeleniyorum gezegenimde. Faziletimin omzuma yüklenene emanetten kaynaklandığını salıveriyorum bulanık sulara. O sular ki ol deyince itirazsız duruluyor varoluş hikmetine itaat etmekten bir lahza kendilerini alıkoymuyorlar. Bense heybesinde alıç taşıdığım halde ayarı henüz keşfedilmemiş altın tacirleri gibi dolaşıyorum ayağımın altında titreyen itaatkâr toprağın zikir seslerini bir bir tıkama çabaları göstererek.

İyi bir tacir olamadığım belli, bari iyi bir müşteri olabilseydim oda yeterdi ama galiba ikisinden de daha çok kat edeceğim yolum olacak. Ben bulanık, dolanık, dolaşık, bulaşık biriyim. Ağlamakla gülme anlarımı bile karıştırıyorum. Ana rahminden yenidünyaya gelen sabiler bile ne istediklerini dile getirmekte benden daha maharetliler. İsteklerini ağlayarak, sevinçlerini tebessüm ederek, coşkularını haykırarak ortaya koyuyorlar. Bense yanınca sevinen, rüzgâr alınca da ağlayan bir yaratık portesi çiziyorum uzaktan bakınca. Zira maddi kazancım sevincim, manevi kazancım ise üzüntüm gibi duruyor önümde. Verilen selalar dün bir şeyler hatırlatırken, günden güne bir şeyleri unutturuyor gibiler.

Ruhuma üflenene sur'un küllenmiş kalbimin altında kalan közleri yeniden alevlendirmesini beklenirken, külü olmayan közlerin alevini ateşleyince cismim yandığının farkına varmadan beynimden çıkan dumanları 'ocağım tütüyor' sanıyorum. Tüten ocakta yananın kendim olduğunun farkına varmadan sarsalaca bir sevince dalıyorum. Yangında bedeni yanan ya da bedeni siyah olduğu için uzaktan dişleri parlayan insanı seviniyor sandığım gibi dişlerlimin parlamasıyla etrafımı yanıltırken kendimi kandırdığımı anlamıyorum bile...

Körlüğüm öylesine kaplamış ki benliğimi, gözlerimi bile şartlamışım hilkate aykırı şeyleri iyi, uygun şeyleri kötü olarak görmeye. Bilgisizliğim bilgim, bilinçsizliğim dengim olmuş omzumda duran urganın iki ucunda. O urgan ki ne kadar boynuma yakın olursa olsun hatırlatamamış bana bir gün dolanıvereceğini boynuma. Biryanda urgan boynuma son görevini yapmak için gelip giderken gün sayarken, diğer yanda boynum kalınlatmaya çalışmış kendini karşı koymaya hazırlayarak. Geriye kalan ruhumla nefsim arasındaki savaş tamtamları devam ederken, hakkın şamarını hissedecek her beni âdem gibi neyi beklediğini bilmeyen şekavet'im, umulur ki o beklenmeyen an gelmeden kırar nefsin esaret zincirini açılırken  iklimine...

Dürülmüşüm, bürülmüşüm maddenin yorganının farkına varmadan uluorta dolanırken. Yeter beklediğim, saklandığım sahte sütrelerin arkasında kendime zırh sanma sevdalarına kapılarak. Kır esaret zincirimizi göster bize hürriyet güllerini ya Nuh!