Yıl 1974. Mevsim yaz, aylardan Temmuz.  

Henüz on beş yaşında, çocukluktan gençliğe adım atmak üzere olan bir vatandaşım. Sekiz çocuklu bir ana bir babadan müteşekkil ailemizin kışlık nafakasını çıkarmak üzere sabah erkenden anam ve babam ile birlikte yola koyuluyoruz. Diğer kardeşlerin hepsi evdeler ve çok küçükler.

Boyu, neredeyse yirmi beş santimetreyi geçmeyen, başağında,  beş on danesi ya bulunan ya da bulunmayan ekini,  hem de el orağıyla biçmek üzere, eşekler üzerinde, köyümüze uzaklığı neredeyse dört kilometreyi bulan; taşlık, kayalık, kıraç tarlalara doğru yol alıyoruz. 

Zaten ekini; bir çift öküzün çektiği ve ucunda dil kadar demiri bulunan karasabanla günlerce süren zahmetlerle ekmişti babam, altı yedi ay kadar önce.  Şimdi de dediğim gibi el orağıyla biçip, eşeklere sarıp, dört kilometrelik mesafedeki harmana taşıyacağız. Akşama kadar iki eşek yükü sapı ya biçebileceğiz ya da biçemeyeceğiz... Beş ya da altı gün gidip geleceğiz bu yolu. Hoş, çıksa çıksa hepsi on eşek yükü sap çıkacak. Her eşek yükünden üçer teneke buğday çıksa, toplam da otuz teneke kadar buğdayımız olacak… Onu da öküzlerin çektiği düğenlerle günlerce sürdükten, tınaz yaptıktan, savurduktan, eledikten, taşını,çöpünü vs.sini ayırdıktan sonra elde edebileceğiz.

Çile dersen çileydi, zahmet dersen zahmetti, yoksulluk dersen yoksulluktu, sıkıntıydı anlayacağınız, yaşamak, ayakta kalmak bile büyük emek isterdi.

Bir bisikletin hasretiyle yandım kavruldum. Bakmayın şimdilerde birçok ailede dört beş tane lüks otomobil, her bir ferdinin elinde üçer-beşer bin liralık telefonların bulunduğuna…

Daha kırk yıl önceydi bu kara yazgılı, çileli hayatların yaşandığı zamanlar.

Ekin tarlasına gider iken elimizde, pil ile çalışan ve “çantalı”diye tabir edilen bir de radyomuz vardı. Babam özellikle “havadisleri” dinlemek için radyosuz hiçbir yere gitmezdi. 

İngiltere’de bulunan Dış İşleri Bakanımız Sayın Turan Güneş’in; “Kızım Ayşe tatile çıkabilir“ mesajı ile birlikte radyoda haberler;“Türk Silahlı Kuvvetlerimiz, Kıbrıs’ta bulunan Türk ve Rum halklarının barış içinde yaşayabilmeleri için bu sabah Barış Harekâtı adıyla Kıbrıs’a çıkarma yaptı” konusu üzerine yoğunlaşıyordu.

Başbakanımız Sayın Bülent Ecevit; “biz Kıbrıs’a hem orada yaşayan Türk soydaşlarımız ve hem de Rum komşularımıza kalıcı barışı getirmek için çıktık”şeklinde mesaj veriyordu bütün dünyaya.

Türk Milleti, bu harekâtla birlikte top yekûn bir şekildehükümetinin, başbakanınınve ordusunun arkasında duruyordu.  O günü daha dün gibi hatırlıyorum. İlçelerde ve illerde askerlik şubelerinin önü genç demeden, yaşlı demeden köylerden ve kentlerden akın akın gelen insanlarla dolup taşıyor, idareciler insanları dağıtabilmek için onları teselli etmeye çalışıyor ve “ordumuzun çok güçlü bir ordu olduğunu,  ihtiyaç duyulması halinde mutlaka kendilerini çağıracaklarını” anlatarak onlara teşekkür ediyor, Türk Milleti’ne moral veriyorlardı.

Türk Milleti doğusuyla, batısıyla, kuzeyiyle, güneyiyle, yaşlısı, genci, kadını, kızı, kızanıyla tek vücut olmuş, birlik ve beraberlik örneği sergileyerek; devletine, milletine, vatanına, hükumetine, başbakanına ve ordusuna bağlılıklarını haykırıyordu.

Milletinin verdiği destek ile de harekâttan başarı ile çıkan hükumetimizin Başbakanı Bülent Ecevit’e Türk Milleti hemen“Kıbrıs Fatihi Karaoğlan” unvanını vermişti.Daha sonra yapılacak ilk seçimde de kendisine ve partisi CHP’ye yüzde 41,4 oranında oy ve 450 milletvekilli parlamentoda, 213 milletvekili vererek iktidar payesi ile ödüllendirmişti.

ABD şimdikine benzer bir şekilde Türkiye’ye ambargo uyguluyor ve “Türk Ordusunun Kıbrıs’ı derhal terk etmesini “emrediyor ve tehditler yağdırıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti devleti şu an yaşıyor olduğumuz krizi ilk defa yaşamıyor… 1940 yılından önceki, Ülkemizin kurucusu Gazi Mustafa kemal Atatürk idaresindeki olağanüstü dönemi bir yana bırakacak olursak eğer;  günümüze kadar çok önemli krizlerle karşı karşıya kaldı…

“Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde 15 büyük ekonomik kriz geçirmiştir. Bu krizlerin bazıları dış etkenlerden dolayı, bazıları da iç etkenlerden dolayı olmuştur.Türkiye’de bazı dönemlerde görülen krizler dünyadaki krizlerle bağlantılı olmuştur.”

Ülkemizin bulunduğu coğrafya çok problemli bir coğrafyadır. Etrafı bir ateş çemberidir. Bu çemberin tam ortasındayız. Neredeyse 45 yıldır bir terör belasını yaşıyoruz. Terör için harcanan paranın 500 milyar dolar olduğu söyleniyor.

Etrafımızdaki savaşlar yüzünden 5 milyon mülteciyi ülkemizde barındırmak mecburiyetinde kaldık. Bunun için de 30 milyar dolar para harcandığı söyleniyor.

Bu gerçeklikler varken, elbette ülkemizi idare eden hükumetlerin de yönetim zafiyetleri olmuş olabilir, yolsuzluğa, israfa ve yanlış yatırımlara da sebep olmuş olabilirler.

Nüfusu hızla artan bir ülkeyiz. Doğal kaynaklarımız sınırlıdır. Petrolde dışa bağımlı olan da bir ülkeyiz. Üzerimize oynanan oyunların, tarihimiz boyunca hiç bitmediği de bir gerçek vakıadır.

Hangi hükumet olur ise olsun, üzerimize oynanan oyunların, milletimiz ve vatanımız üzerindeki emellerin asla tükenmeyeceği tarihsel bir gerçekliliktir. Geçmişimizde bu tür olayların kayıtları, belgeleri mevcuttur.

Yöremde; “deveyle güreşen dorunun (doru: deve yavrusu) boynu boğazıaltında kalır”şeklinde bir söz vardır. 

Zaman zaman arkadaşlarım bu sözü hatırlatarak; “ABD ile boy ölçüşülemez, gücün kadar hareket edeceksin, efelenmeyeceksin, bunun zamanı değildir. Belki otuz kırk yıl sonra güçlendiğinde yapabilirsin bunu” şeklinde eleştiriler getirmektedirler. Hem de bu eleştirileri yapan arkadaşlarımızın çoğu;  “6. Filo ülkemden def ol!” diyen 68 kuşağının eylemelerini savunan arkadaşlarımızdır… Merhum Bülent Ecevit’e “haşhaş ekim yasağını” dikte eden ABD’ye “hadi oradan ülkemde ne yapacağımı sana mı soracağım?” diye rest çeken bir akımın öncülerini savunanlardır… Yani bundan elli sene önce yapılan kafa tutmaları savunan arkadaşlarım var bunların içinde…

15 Temmuz gibi tarihte benzeri görülmemiş bir darbe girişiminde eli olanlara el bağlayıp, iki büklüm teslim olmak mı lazımdı?

Bir de şu var. ”Sanki otuz kırk yıl sonra biz güçleneceğiz de ABD yerinde mi sayacaktır? Bir de acaba biz her bakımdan bağımsız bir ülke olmayı görmeden ölüp gidecek miyiz? En küçük mamul maddeyi kendimiz üretebilecekken dışarıdan alma kolaycılığını yaşamaya devam mı edeceğiz hala?” diye de kendi kendimle kavga ettiğim zamanları yaşıyorum açıkçası. 

Bu ülke bizim, o hükumet gelse de bizim, bu hükumet olsa da bizim.  Bizim sığınacağımız bir başka ülke yok. Her ekonomik kriz sonrası darbelerle gönderilen hükumetleri artık seçimlerle, demokrasi içinde gönderelim. Yapamayanı sandıkta yenip “yapacağım” diyeni sandıkla getirelim. Darbeleri çağrıştıran sözlerden vazgeçelim. “Bu benim başbakanım değil”, “bu benim hükumetim değil”, bu “benim başkanım değil” söylemeleri çok tehlikeli söylemlerdir. Milleti bölük pörçük etmeye yönelik söylemlerdir. Yarın diğer bir hükumet geldiğindeşu anki iktidara oy verenler de;“o hükumet benim hükümetim değil”, “o başbakan benim başbakanım değil”,“o başkan benim başkanım değil” demeye başlarlarsa, böyle bir çığır açılırsa, buna çanak tutulursa eğer;  bölücülüğe, ayrımcılığa bugünden adımlar atılmış olmaz mı?

Her bakımdan iyi olduğumuz zamanların hatırına,krizlerde de devletimizin, milletimizin, vatanımızın yanında olmamız gerekmiyor mu?

Nasıl ki evlenirken yaniyeni bir yuva kurarken; “hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde, yoksullukta ve bollukta, ölüm bizi ayırana kadar seni seveceğime yemin ederim”diye yemin ediyorsak eğer aynı şekilde, aslında bu topraklarda doğarken yeminleşmiş olduğumuz bu vatanı bu milleti iyi zamanlarında olduğu gibi, dar zamanlarında da korumaya, sevmeye, devam etmek de bizlerin boynunun borcu olmalıdır.

Zira bir tek gemimiz var ve bu gemiyi hep birlikte yürütmek zorundayız. Bizleri okyanuslarda başka ülkelere kaçarken görenler, emin olun ki “hükumet karşıtı olup olmadığımıza” bakmaksızın botlarımızı patlatırlar ve yavrularımız tek tek kıyıya vurur da kimse bir damla gözyaşı bile dökmez.