Tek mukaddesatı İnsan Hakları olan

Yeni Anayasa dolmasını yutalım mı?

II. Dünya Savaşı sonrası şartlarının doğurduğu “Yeni Dünya Düzeni”nin bir mahsulü İnsan Hakları. Avrupalı olmanın pabucunun dama atıldığı bir gelecek bekliyordu dünyayı: İnsan Hakları, Amerika merkezli bir otoritenin dizayn ettiği bir gelecek tasavvurunda işe yaramak üzere icat edildi.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi BM Genel Kurulunca 10 Aralık 1948'de ilân edilmiş. Bu tarihten hemen dört ay sonra, 6 Nisan 1949'da bakanlar kurulu “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin Resmi Gazete ile yayınlanması, yayımdan sonra okullarda ve diğer eğitim müesseselerinde okutulması ve yorumlanması ve bu beyanname hakkında radyo ve gazetelerde münasip neşriyatta bulunulması” kararını almış.

Aradan geçen 65 sene bütün dünyaya gösterdi ki “insan” denilen tip batılı insan tipidir. Batılı bir insanın dışında bu mefhumdan istifade eden bir âdemoğlu görülmedi. İnsan hakkı meselesiyle gayenin Yahudilerin bütün arz üstünde, milletlerarası arenada ticarî, siyasî, fikrî her türlü sahada istedikleri faaliyeti bir mâni ile karşılaşmaksızın yapmalarını temin olduğu anlaşılıyor. Beyannamede sık sık “herkes” tabirine başvurulur. “Herkes eğitim hakkına sahiptir” gibi. Bu tabirle kastedilen de batılı insan tipidir; bilhassa da Yahudiler. İnsan haklarından istifadeye mazhar olan, batılı insandır (veya batılı olmayan bir ülkede yaşayan batılı insandır). Beyannamenin kaleme alınması birçok faydaya müteveccih: Batılı değilse de dünya sisteminin menfaati icabı kışkırtılması gereken unsurların kolayca önlerinin açılmasını temin için bir koz olarak kullanıldı, kullanılıyor. Avrupalı eski patronları tarafından sömürgeleştirilmiş ve parsellenmiş dünya ahalisi içinden, bundan sonra Amerikan şemsiyesi altına girmek isteyenler olursa bunların istifade edebilecekleri bir kavram olarak da işe yaradı. Batılı bir ülkede yaşamayan ancak batılı dünya görüşüne ait olan unsurların mensup oldukları toplulukları, batı lehine dönüştürmek üzere yürüttükleri faaliyetlerin sürdürülebilirliğinin garanti altına alınmasına da yaradı. İnsan hakları meselesi, işin erbabına malum olduğu için sadece bizim gibi kendine gelmeyi reddeden topluluklarda iş görebiliyor. Türkiye'de insan hakları kavramının hâlâ işe yaradığını gören “goca gâvurlar” bıyık altından gülüyorlardır herhalde.

Yeni Anayasa meselesinde de anayasanın en mühim mikyasının bu beyannamenin ilkelerinin olacağı anlaşılıyor. Geçtiğimiz yasama döneminde TBMM Anayasa Komisyonu'ndaki görüşmeler esnasında partilerin görüşleri hemen hemen ortaya çıkmıştı. Komisyonda maddeler hakkında parti temsilcilerinin beyan ettikleri görüşlere bakılınca insan haklarından daha ulvi bir değer tanınmadığı görülüyor. Bu hususta bütün partilerin mutabık olduğunu da söylemeliyiz.

Bugün “insan merkezli, insan haklarını esas alan demokratik bir anayasa” gibi laflar edilince kimsenin tüyleri diken diken olmuyor. Çünkü insanlar artık eski insanlar değil. Onlar da yeni. Eski “takıntıları” kalmadı artık. Ne kadar demode ve “geri” iz varsa karakterlerinde, onlardan tamamen kurtulmuş olmanın hafifliği içindeler. Finans sisteminin yavrusu/münfaili olarak doğdular, büyüdüler ve yaşıyorlar. İçilen süt bozuldu. Böyle süte böyle yasa!

Hâlbuki biz, “insan haklarını” bilmezdik. İnsanın hakları diye bir mefhum Müslüman zihninde karşılığı olmayan bir şeydi. Biz kul olmaklığımızla meşguldük. Kulun hakkı mı olur? Kul vazifesiyle meşguldür. Bildiğimiz şuydu: “Ve dahi ahkâm-ı şer'iyye sekizdir: Farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah, haram, mekruh, müfsit.” (Mızraklı İlmihal) Müslümanlar bunlara “ef'al-i mükellefîn” demişlerdir; mükelleflerin fiilleri. Biz mükellefiyetimizle meşguldük, haklarımızla değil. Borçlarımızla meşguldük, alacaklarımızla değil.

Buluğa eren akıllı insanlara mükellef denirdi. Mükellefle ilgili hükümler sekiz tane olup ilk beşi yapılması; son üçü ise yapılmaması yani terki istenen vazifelerdi. Mükellef, dinin emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmakla mesuldü. Bir Müslümanın dinde yapması ve sakınması gereken işler sekiz çeşit olup, mü'minin fiilleri bunların dışında gerçekleşmezdi.

32 Farz, 54 Farz vardı. Bugün ise ağzını açan, insan haklarının ne ulvi bir hakikat olduğundan dem vurmakta! Veda Hutbesi'nin geçerliliği insan haklarıyla mutabık olup olmadığına göre tayin ediliyor. Bu fesada uğramış zihniyete göre Veda Hutbesi'nin muteberliğinin ispatı insan haklarına uygun olmasıymış! Kur'an'ın hakikat olduğunun ispatı ise “bilimsel gerçekler”le örtüşmesiymiş! Bilimsel gerçekler esas, Kur'an tali! Bu ezik zihniyete göre insan hakları capcanlı, ef 'al-i mükellefînin miadı dolmuş.

Bugün “Müslüman hukukçu” namıyla ortada dolaşan bazı aklı evveller de “İslâm insan hakları beyannamesi imzalansın, İslâm dünyasının da bir İnsan Hakları Mahkemesi olsun...” diyecek kadar eblehlikte ileri gitmiş vaziyetteler.

Ne demiştik; gâvurlardan ödünç alınan kavramlarla ancak cehenneme gideriz: “İnsan haklarının en kralı İslâm'da var bey abi! Borsa mı dedin? En iyisi tabii ki İslâm'da! Tiyatro mu dedin? Bizde...”

Böyle mübtezel duruma düşmüş güruhun insan haklarını esas alan Yeni Anayasa'dan hayır umması kadar tabii ne olabilir? Kendi lisanından, kendi has mefhumlarından uzaklaşmış, aşağılık kompleksiyle gâvurun ağzına bakıp duran bu güruh ne isteyecekti ki?

Kalabalığı hataya düşüren, başı çekenlerin modaya uyup böyle davrandıkları yönündeki hüsnü kuruntudur. Bilinmesi icap eder ki bu işlerde başı çekenlerin hemen hemen tamamı İslâm dinine mensup olmadığı halde kendisini öyle takdim eden münafıklardır. Aksi halde hedefe bir keskin nişancı gibi ateş ediyor olmaları mümkün değil. Ne yaptıklarını, ahalide nasıl bir zihin inşa ettiklerini ve neticelerini gayet iyi biliyorlar.

Müslüman ahali insan hakları deyince ürpermiyor. Çünkü İslâmcı görünümlü gayr-i Müslimler, insan hakları diliyle o kadar çok şey yazdı söyledi ki bu artık şuur altına kaziye-i muhkem olarak kazındı. Bugün birileri sanki matah bir şey söylermiş gibi gerinerek, “Yeni Anayasa”nın “devleti değil, insanı esas alan” bir mantıkla kaleme alınacağını söylüyor. Muhatapları da aval aval dinliyor. Hâlbuki işler açık açık söylenerek yapılıyor. Ne deniyor? “İnsan” esas alınacak. Hem öyle bir insan tipi ki bu esas alınan, ne bir aileye, ne de aşirete/kavme, ne de bir millete mensup.

Beyannamenin 26. maddesinde yer alan “Eğitim insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır.” emr-i mucibince Bakanlar Kurulu 1947 senesinde aldığı kararla bu prensipleri eğitim kurumlarında öğrencilere aşılamayı kararlaştırmış. Neredeyse 70 senedir bu yönde verilen eğitimin, neşriyatın tesiri ile bugün geldiğimiz yerde insan hakları denilince en ulvi haklar ve kaideler akla geliyor. Öyle tartışmasız hakikatlerdir ki insan haklarına uygun olmayan hadis ve ayetlerin okunması, öğretilmesi şu an alenen yasak. Diyanet'in bu ince işlerden anlayan kalemleri tarafından yazılan hutbelerinin en esaslı şiarı, insan hakları ve birlikte yaşam.

“Bir dava uğruna yaşamak ve ölmek” meselesi 1980 ihtilaliyle sona erdirildi. Özal'lı yıllarda talebeler ana babaların “Aman ha, öyle sağa sola takılma, okuluna git gel!” telkiniyle büyüdüler. AKP'li hükümet yıllarında ise İslâmî hassasiyet dünyevileştirildi. Dünya merkezli bir hayatı kabul eden bozuk zihin meşrulaştı, gürleşti. Toplumun en büyük ideali dünyada huzur içinde mesud yaşamak...

“Her şey insan için” diyen fikriyatın bir mahsulü olacakmış Yeni Anayasa. Bu hümanizm mahsulü fikriyat hadi diğerlerinde menfi bir tesir bırakmadı diyelim, Müslüman olduğunu söyleyenler bu sözlerden niçin rahatsız olmuyor?

İslâm'a göre her şey Allah için değil mi? İnsanlar ve cinler Allah'a kul olmak için yaratılmadı mı? Kur'an'ın “hayatım ve ölümüm Allah içindir” demeyi öğrettiğini ne çabuk unuttuk? “Anayasamız Kur'an olacak” diyenler şimdi neredeler? “Her şey insan için” ise insanlar, Allah'a değil, birbirlerine kul olacak demektir.

“Yeni Anayasa” dolmasını bize yutturmak için yuvarlanan sözlere kulak verecek olursak: “Eski anayasalar devleti kutsal kabul ediyor. Önceki anayasalar devletin bekası için gerekli olan insan tipinin teşkil ettirilmesi için bir çerçeve hükmünde. Yeni Anayasa ise insanı yaşat ki devlet yaşasın kaidesini esas alacak. İnsan merkezli yeni bir anayasa olmalı... Devletin bir ideoloji veya dini arkasına alması modern, gelişmiş, evrensel, demokrat, ileri devlet modelinde görülmez. Geri kalmış ülkelerde devlet, bir ideoloji veya dini müdafaa eder. Bu sebeple Yeni Anayasa'da devletin hiçbir dini veya ideolojiyi esas almaksızın yeniden örgütlendiği bir model üretilmelidir... vs.”

Zeytinyağlıdır dolmalar, bu sebepten olsa gerek kolay yutulur. Peki devlet için yaşamayan insan ne için yaşayacak? Hangi amaç için varlığını gürleştirecek? Bu yağlı dolmanın dolgu malzemesi olan bu sözlerin zımnında yatan ve söylenmeyen şey insanın bir gaye uğruna yaşamasının yasaklandığı bir ülke inşa edilmek istendiğidir. İnsan hakları merkezli yeni hukukî düzende eğitim sistemi, çocuklara hiçbir gaye, amaç, dava, hedef, prensip aşılayamaz. Öğretmenler öğrencilerin “adam” olması için gayret sarf edemez. Okullarda ahlâk dersi verilemez. Ahlâk? Kime göre? Neyin ahlâkı? Çocuklara millî marş okutulamaz. Çünkü millî marş, milleti uğruna kendini feda etmeyi aşılar.

İnsan dedikleri birer müşteri bugün! Batı merkezli zihnin inşa ettiği markalanmış, barkotlanmış mal ve hizmetlerin tüketicisi. Yani? “Yememe, içmeme, yatmama, kalkmama, eğlenmeme, istediğim araba ve evi almama, marka tüketmeme... kimse engel olmasın. Ben de kimsenin zevkine sefasına karışmam!” diyen “ideal” insan tipi.

Bu söylemde gizlenen şey devletle birlikte milletin de güme gittiğidir. Devletin millet üzerinde uyguladığı ceberut tutum sebebiyle müdafaa edilemez bir pozisyona hapsedilmiş olmasından istifade ile “devlet merkezli olmayan yeni bir anayasa” diyebiliyorlar. Peki millet? Millet nereye uçtu efendi? Millet hayatımıza ne olacak? Millî menfaat kimseyi ırgalayacak mı? Cevap yok.

Millî varlığa değil karşı olmak, düşman olmanın açıkça dile getirildiği bugünlerde “Yeni Türkiye”nin yeni sütüne, yeni kanına münasiptir deyu yeni yasa dayatıyorlar.

Kim ne yerse yesin ne yutarsa yutsun. Biz bu dolmaları yemiyoruz; reddediyoruz.

De ki: Beni, Rabbim şeksiz dosdoğru bir yola hidâyet buyurdu, doğru payidâr bir dine, başka dinlerden sıyrılıp sâde hakka müteveccih hanif olan İbrâhim'in milletine ki o hiç bir zaman müşriklerden olmadı.

De ki: Namazım da, ibadetlerim de, hayatım da, ölümüm de, hiç bir ortağı olmayan Rabbü-l'âlemîn olan Allah içindir. Ben böylece emrolundum. Ben Müslüman olanların ilkiyim.

De ki: O her şeyin Rabbi iken ben Allah'tan başka bir Rab mi arayacağım? Herkesin kazanacağı kendisinden başkasına ait değildir. Günahkâr hiçbir nefs diğerinin (günâh) yükünü taşımaz. Nihayet dönüşünüz ancak Rabbinizedir. Artık O, size hakkında ihtilâfa düşmüş olduğunuz şeyleri haber verecektir. (En'am Suresi, 161-164)

(Bu yazı Çelimli Çalım'ın 14. sayısında "Yemeyiz, Reddediyoruz!" başlığıyla neşredilmiştir.)