Küçük bir kız çocuğu olsam; hayatı hüzünlerle değil, mutluluktan yana öğrenmeye başlasam! Tövbe kapısında yalvarmaya yaşım tutmasa daha! 

Acıların öğretmenim olarak vaktimi almasını değil, geniş zamana yayılan gülücüklerimin olmasını isterdim. Ve açsam tertemiz gönlümle minik ellerimi huzurunda, anama nazlandığım gibi O'na nazlansam. 

Dünyanın sınavını barajdan verdim de, hayallerimin sınıfında kaldım. 

İyi insan olduğunda sana madalya takmıyorlar ki! Kimin sesi gür ve sert çıkıyorsa o kazanıyor. Bir canım var emanet er ya da geç benden gidecek olan, bir de doğrularım için tek başıma ayakta durmaya çalıştığım çelimsiz bedenim! 

Şu adaletsiz dünyada, adaletli ve güçlü bir gülüş istiyorum. Hadi gül çocuk tek kullanımlık hayatlardan geçiyoruz. Kim demiş “yürek umuda küser” diye?.. Her acı gelip gönül evimizde konakladı da; “misafirimdir” deyip kol kanat gerdik. Anaç yüreğimizle dünyadaki çocuklara dualar ettik. Hadi gül çocuk, gül de bugün bayramımız olsun. 

Mevlana'nın söylediği gibi; “Bir yavan haldeyim, ne saklım saklı, ne bilinir gizim! Bir boşluk ki dolmuyor içim, ne nakışım nakış, ne tamamdır bitiğim! Bir ürkek haldeyim, ne sedâm duyulur, ne az olur sesim! Araftayım, susuz! Ve ne serabım serab, ne ab-ı içtiğim! Bir bilinmez haldeyim, ne bildiğim yalan, ne gerçek bildiğim!”

Sardı çetrefilli bir hal bedeni, ne sağım belli ne solum! Kimsenin konuşamadığı bir dil gibiyim. Kimsenin inanmadığı bir hayal! Yazarının bile kendi kaleminden sayfalara döktüğü ama okumadığı bir kitap! Hiç merak edilmeyen bir soru, kalabalıklar içinde yok gibiyim! 

Karmakarışık bir haldeyim. Kimse şu tek kullanımlık hayat hikâyesinin sonunu getiremiyor. Ya da gönülde barınanlar, cümlelerinden daha kısa geliyor. 

Ne renkler geçirdik, pembeye varmak için şu hayatta! Ne çok çektik mavinin kaprislerini! Ne de saldırgan kızılda caydık. Tam tonunu tutturmaya yaklaşmışken fırçanın elimizden kayıp resmin mahvolmasına seyirci olamayız. Hayat bu, tuttuğumuzu koparmadan bırakmamalıyız. 

Sıkıyor mu bu canına yandığım dünya seni?.. Al bir roman yap mis gibi kahveni! Bir mum yak, hayatının yakamozu vursun sayfana! “Kahvenin kırk yıl hatırı var” demiş büyüklerimiz! 

Peki ya kitapların?.. 

Onların ki hatırı bir ömür miktarı sarar yüreği! Her harf bir anne dokunuşu gibidir. Her cümlesi sarmalar yorgun bedeni!  Şu tek kullanımlık hayatta birebir sızılara çaredir. “OKU!” ayetindedir hayatın tılsımı! Bırakın beni sayfaların kucağına, sarmalasın beni sessiz sesi!

Küçük bir kız çocuğu olmak isterdim. Ama hani sokakların tozunu atan, cesareti tam, akşama kadar caddelerde sek sek oynayan. Demem o ki; eskilerde yaşayan ya da mazinin şimdiye nüfuz ettiği bir zaman diliminde var olan bir kız çocuğu olmak isterdim. Hayvanlarla dost, teknolojiye uzak! Ürkek ama bir o kadar da deli! 

Şimdilerde şu fanide olanlara üzülüyor insan, canından can gidiyor da öldüğü halde yaşamaya devam ediyor. Nazım Hikmet'in sesi taa 1956'lardan geliyor kulaklarıma;

“Kapıları çalan benim! 

Kapıları birer birer! 

Gözünüze görünemem. 

Göze görünmez ölüler.  

Hiroşima'da öleli, 

Oluyor bir on yıl kadar. 

Yedi yaşında bir kızım, 

Büyümez ölü çocuklar. 

Saçlarım tutuştu önce, 

Gözlerim yandı kavruldu. 

Bir avuç kül oluverdim, 

Külüm havaya savruldu. 

Benim sizden kendim için, 

Hiçbir şey istediğim yok. 

Şeker bile yiyemez ki, 

Kâat gibi yanan çocuk!.. 

Çalıyorum kapınızı, 

Teyze, amca, bir imza ver. 

Çocuklar öldürülmesin. 

Şeker de yiyebilsinler.”

23 Nisan Ulusal Egemenlik, Çocuk Bayramı ve Miraç Kandiline hitaben!  Selam ve dua ile!