Cihan-ı âlemde henüz adı konulmamış hiçbir şeyin varlığının, anlama sığmayacağına inananlar tayfasındandım. Bu gerçeğe kalbim ile ikna olup, aklım ile inanıyordum. Ve en güzel hikâyelerin yine bir isim faslından sonra başlayacağını, şükür ki biliyordum. 

Kendi ismimden daha güzel bir ismi duymuş isem de Azam'dan daha güzelini henüz işitmemişti kulaklarım. Belki de bu yüzden insan oluşumun bahtıma düşürdüğü en belirgin nişaneyle, yani BEN'cilliğim ile onun dâhiliyesini kendi hikâyeme yormak istiyordum. 

Yaşım epeyce ilerlemişti artık. Bir asrın tamam oluşunu görecektim neredeyse. Ve başımdan geçtiği gibi gönlümden de geçen bu hikâyeyi, yazmakta geciktiğimi anlamıştım çoktan. Ama Rabbim ömür verirse yarım bırakmayacaktım, tamamlayacaktım. Artık kelimelere, hecelere hükmeden biriydim ben. Hissediyordum.

En son nerede kaldığıma bakıyorum kirli saman kâğıtlarının arasına. Gençliğimin bana hediye ettiği bir fütursuzlukla; belki de ondan daha öteye, aşılmaz bir cesaret ile ıhlamur ağacının altında Azam'a ismimi söyleyip, ondan benim bahtıma düşmesini istediğim ikindi vaktinde kalmıştım. İkindinin de akşama yaklaşmış yarısıydı üstelik. Diyeceğimi çoktan demiş, ama daha Azam'ı dinlememiştim. Eğer onun söylediklerini yazmazsam,  onca yazdığıma ve bundan sonra da Allah ömür verirse yazacaklarıma saygısızlık etmiş olurdum. Çünkü değil mi ki bu hikâyenin en güzel yeriydi Azam'ın cevabı. 

Titreyen ayaklarımla gövdemi güçlükle taşıyarak kalkıyorum sandalyeden. Bir şahide ihtiyacım vardı bu faslı yazmam için. Değilse aşkın gafletine düşmüş halimle ben bile hatırladıklarıma inanmayacaktım. Karşı duvarda duran sedef kakmalı dolaba yöneliyorum. Kendi elimle koyduğum yetmemiş gibi günde defalarca kez bakıp durduğum emanetimi arıyorum. Hiç aramadan ve dahi kör olmuş olsam da yine vaktinde bulacağım bir ivedilikle atıyorum elimi. Yeşil, deri kaplı bir kitap çıkartıyorum çekmeceden. Uçları aşınmış ama hâlâ kıymetli olan; yazarını şu an size zikredemeyecek olduğum bir kitap. İçinde aralık kalmış yeri açıyorum. Yıllar var ki defalarca okusam da bu eseri, ayracımı bırakacağım yer hiç değişmemiş, ayrıcalıklı tuttuğum o şiirin mısraları başka sahifelere göz hakkı bırakmamıştı. 

“İstanbul deyince aklıma,

Denize nazır bir konak gelir.

Suya yazdığım düşlerim,

Elim, günüm sevdiğim,

Kumda izi kalmaz gülüşlerim,

Bozuk liralarımı falcıya verdiğim gelir. 

Haber gelecekti sevdiğimden üç vakte,

Gelmez. 

Yarınıma merakım gelir, 

Telvesinde kalır fincanın.

Bekleyişim,

Faldaki günah gibidir!”

 Bu şiirin anısını belki de başka bir hikâyede zikredecekken, şimdilik susturuyorum kalemimi geçmişin o denlisine. Elimle koyduğum çuha çiçeğini alıyorum kitabın arasından. Solmuş olsa da henüz benim için ölmemiş olan ve onca yıllık hatırını ömrüm kadar daha yaşasam yine saklayacak olduğum mürdüm rengi, çuha çiçeği. İşte bulmuştum anlatacaklarımın şahidini. İstediğini almış bir çocuk aymazlığı ile geçiyorum yerime. Yazmaya devam ediyorum. 

Ben Azam'a bütün itirafımı mis kokulu bir ıhlamur ağacının altında yapmıştım. Varlık ile yokluk arası; sevmek ile bilmek ve öğrenmek ile hatırlamak arasında tek bir çizgi vardır, onun da üzerinde isim yazılıdır demiştim. İsmini bana bağışla, benim ismimin bağışlanmışlığı sana demiştim. Üstelik de kadın oluşumun en şerefli haliyle yapmıştım bunu. 

İnceden bir korku saplanmadı şu küçücük yüreğime, Azam'ın “olmaz”larından endişe etmedim desem yalan olurdu. Ama yine de içimdeki taşkınlık gizlenecek gibi de değildi.  Onun gözlerine daha ilk baktığımda, yolculuğun suretten başlayıp manaya doğru ilerlediğini anlamıştım. Ama bu denli gönül vereceğime akıl erdirememiştim. Yine de Azam'ın söylediği her söz ile besmeleden sonrasının akdini eder gibi inanmıştım. 

Demişti ki Azam; 

“Ey ki Elif olan! Doğru olan, dosdoğru olan! Kaderi, ismine izafeten yazılacak olan. Önce ömür değil isim verilir, sonra hayat sürülür dünyada. Ölürken de önce beden ölür isim ancak yıllar sonra unutulur. İsmin saltanatı ömürden çok sürer.” Şüphesiz ki benim saltanatım, senin ismin ile başladı, ismin ile sürecek. “Bitecek” demeye dilim varmıyor. Çünkü yaşayacağımız ömürde hiçbir ortaklığımız olmasa da yüreğimin bahtına senin ismin düşmüş olacak. Ömrüm, isminden ibaret kalacak.  

Benim ismimin Azam oluşuna bakma Elif. Bütün azametim senin şu yalın ayakların ile bana gelişinden öteye geçemez. İsmimi isminin yanına yakıştırman fayda etmez. Zaten benim ismim senden sonra başkası ile asla kavilleşmez. 

Şu minicik ellerinle bana verdiğin fesleğen şahit olsun. Eline ömürlük bir ödünç diye bıraktığım çuha çiçeği de şahit olsun. Sana verebilecek hiçbir şeyi yok iken bu fukara adamın, canını aldığımız o iki sürgün bırakmasın şahitliği. Ben ancak seni sevebildiğim kadar Azam'ım. Ancak senin ismin ile Azam'ım ve ancak sen varsan varım. İsim ile sahibi arasında ve o isme meftun olmuş kişi arasında asla paylaşılamayacak olan bir miras vardır. Ve hiç şüphe yok ki Elif, senin ismindeki en büyük hisse benim payımdır. Çünkü şu yaralı halimle evine düştüğüm ilk gecenin sabahında, senin elime tutuşturduğun narçiçeği işli mendilin ile hayat bulmuşken, üzerindeki isim hakkım herkesten daha fazladır. 

Artık bilmekteyim Elif. Ben adımı doğuşumdan bu yana Azam zannederken yanılıyormuşum. Meğer senin adını bilmem ile Azam olmuşum. Elif ile okunmuş ezan kulağıma.  Bilmiyormuşum, sadece zannediyormuşum. 

Diyeceğim o ki Elif. Ancak senin ismini bilmem ile tamamlanmış Azam'lığım. Ezel meclisinden kalma hatırlayışımla nasıl verdiğimi daha çıkaramadığım bir söz ile seni bilmişim. Sadece bu kadar sınırlıyken kelimelerim, seni haznemdeki bütün kelimelerle sevmiş, daha hiç bilmeden özlemişim.”

Yıllar sonra bile Azam'ın söylediği her kelime, artık iyice karmaşık hale gelen aklımdan hiç silinmemişken, elimde tuttuğum çuha çiçeğinin şahitliğinde yazmıştım. O gün, ıhlamur ağacının altında bana verdiği bu mürdüm gonca, daha ilk günkü buhurunu kaybetmemişken, yakama taktığımda başörtüme sinen kokusu henüz geçmemişken yazmıştım ne var ne yoksa. Ve anlamıştım, Azam'ın da benden eksikliği olmadığını. 

Değil mi ki aşk ancak iki kişi ile ve türetilebilecek en güzel işteşlik fiili ile vardır. Biz onunla sözleşmeden anlaşmış, isimlerimiz için kavilleşmiştik. O saatten sonra asla Azam'ın olmadığı bir hayatın yolcusu olamayacağımı biliyordum. Fakat almıştım sözümü. Ömrüm onsuz da geçse, adım o olmadan anılmamıştı. 

“Esirgeyen ve bağışlayan adıyla” her işin ve her aşkın başında bir isim olan Allah'a, en çok da Azam'ı benim ismimle ortak kıldığı için hamt olsundu.