Muhterem Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendiden bizlere ders niteliğinde bir hatıra.
Erzurumlu muhterem Faruk Küçük Bey şöyle anlatır:
“- 1973 yılında Tahtakale’de Mustafa Alemdar amcanın yakınında bir dükkânımız vardı. Her gün merhum Mustafa Alemdar amca ile selamlaşır ve sohbet ederdik. Tahtakale piyasasındaki bütün esnaf onu çok sever ve hürmet ederdi. Sami Efendi hazretleri de onun dükkânında muhasebe defterini tutardı. Ben o günlerde 17 yaşında bekâr, genç bir delikanlı idim.
Sâmi Efendi hazretlerine içimden geldiği gibi “Hacı amca” derdim. Ama o, halk arasında tanındığı ve bilindiği gibi bir hacı amca değildi. Çok vakur, heybetli, mütevazı, mükrim, müstakim, güler yüzlü ve sevimliydi. Bakmaya doyamadığım pırıl pırıl, nur gibi bir sîmâsı vardı.
Ne zaman işten fırsat bulsam, o nur yüzünü göreyim diye ziyaretine giderdim. O mübarek zât, her sabah aynı saatte dükkânımızın önünden geçerdi. Her gün tebessüm ederek bizlere doğru döner selam verirdi. Bazı sabahları onun geçeceği vakitte çayımızı hazırlar, içeriye buyur ederdik. O da bizi kırmaz, dükkânımıza girer, çayımızı içer ve müsaade alırdı. Kıymetini bilemediğimiz o tatlı anlar böyle muhabbetle geçti gitti. Onunla beraber olduğumuzda gönlümüz huzur dolar, işlerimiz bereketlenirdi. Bir gün Mustafa Alemdar amca ile birlikte üst taraftaki odasında oturuyorduk. Dışarıdan dükkâna bir kişi girdi ve selam verip yanımıza geldi. Sami Efendi hazretleri ona “hoş geldin evladım” diyerek buyur etti. O zât, özel bir konuda zât-ı âlinizle görüşmeye geldim efendim dedi. Mustafa Alemdar amca hemen müsaade isteyip kalktı ve oradan ayrıldı.
Ben de peşinden kalkıp onu takip ederek oradan ayrılmak istedim. Fakat Sami Efendi hazretleri bana, “siz oturun evladım” buyurdu. Sonra o gelen misafire yönelerek: “ Buyur evladım!...” dedi. Adam mahcup ve mahzun bir vaziyette sıkılarak şöyle söze başladı:
“-Efendim! Ailevi bir sıkıntım var. Hanım ile geçinemiyoruz. Evde huzur kalmadı. Ne yapayım? Nasıl davranayım bilemiyorum? Bir çözüm ümidiyle durumu zât-ı alinize arz edeyim istedim. Ne emrederseniz onu yapacağım efendim!” dedi. Peşinden, hanımında gördüğü menfi davranışları tek tek saymaya başladı. Kalbine sıkıntı veren, içine dert yaptığı kötü hal ve tavırlarını ortaya koydu.
Sami Efendi hazretleri elinde bir kalem, önündeki kağıda sürekli bir şeyler yazıyordu. Adamın anlattıklarını tek tek not alıp, sonuna kadar, sabırla dinledi. Adam konuşmasını tamamlayıp bitirince Muhterem Üstaz hazretleri ona:
“Başka bir şey kaldı mı evladım?” diye sordu. O da: “Hepsi bu kadar efendim!” diye cevap verdi. Sami Efendi hazretlerinin nur gibi parlayan sîmâsı biraz değişmiş.
“-Evladım! Bu hanımın hiç iyi tarafı yok mu?” diye sordu. Anlaşılan adam böyle bir soruya muhatap olacağını hiç düşünmemişti. Beklemediği bu sual karşısında şaşırıp kaldı ve derin bir sükûta büründü. Sami Efendi hazretleri onu, sorular sorarak konuşturmaya çalıştı. Peş peşe sorduğu şu sorulara cevaplar almaya gayret etti.
“- Evladım! Bu hanım kadınlık vazifesini yerine getiriyor mu?” dedi.
O da: “-Evet Efendim!...” dedi.
“-Namusunu, iffetini koruyor mu?”
“-Evet!...”
Günlük hizmetlerini yapıyor mu?
“-Evet!...”
Evinin temizliğine, çoluk çocuğuna bakıyor mu?
“-Evet!...”
Yemeğini pişiriyor ve bulaşığını yıkıyor mu?
“-Evet!...”
Namazını kılıyor, ibadetini yapıyor mu?
“-Evet!...”
Tesettürüne dikkat ediyor mu?”
“-Evet!...” diyerek cevap verdi.
Sâmi Efendi hazretleri sorduğu sorular ve aldığı cevapları bir kâğıda tek tek not almıştı.
Onlara yüz üzerinden puan vererek durum değerlendirmesi yaptı ve neticeyi şöyle açıkladı:
“-Bak evladım! Hanımının hakkında söylediklerini not aldım. Anlattıklarının içerisinde menfi olarak görüp, saydığın davranışlar, yüz üzerinden yirmi puan tutuyor. Sorduğum sorulara verdiğin müspet cevaplar ise yüz üzerinden seksen tutuyor. Sen bir öğretmensin. Yüz puan üzerinden seksen alan bir talebeyi hiç azarlar, dışarı atar mısın? Elbette azarlamaz, dışarı atmazsın. Olsa olsa o talebeyi daha yüksek puan almaya teşvik edersin. Benim nazarımda sen yüz puan almaya layıksın. Ben sende bu kabiliyeti görüyorum dersin” buyurdu.
Muhterem Üstaz hazretleri bu davranışıyla bize aynı zamanda aile içi bir meseleyi çözme yolunu öğretmiş oldu. Mahrem konulara kadar çok açık sorular sorarak kişiyi rahatlattı. Onun zihnini meşgul edecek bir konu bırakmamağa çalıştı. Bir öğretmen gibi not tutup, puan vererek o evladını kendi içinde muhasebeye sevk etti. Son derece nazik davranışıyla ve özlü nasihatlarıyla bir yuvanın yıkılmasına engel oldu. Aile yuvalarını ayakta tutacak, yıkılmasını önleyecek pek mühim bir mesaj verdi: Aile saadetini sağlayacak hayat düsturu pek kıymetli nasihatlarıyla o evladını kurtardı. O mânevi evladının şahsında bütün sevdiklerine şu tebliğde bulundu
“-Evladım! Kadınlar Allah’ın bizlere emanetidir. O emanette sahip çıkmak, asıl emaneti veren Allah’a saygı göstermektir” buyurdu.
Bu hadise, Rabbimizin Kitâb-ı Kerîm’inde zikrettiği şu emr-i celîlesini bizlere hatırlattı.
“Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda birçok hayır yaratmış olur.” (Nisâ sûresi: 19)
Bu hâtırayı anlatan Faruk Küçük bey kendi duygu ve düşüncelerini şöyle dile getirdi:
Sâmi Efendi hazretleri o öğretmeni vesile kılarak aslında bize mutluluk yolunu gösterdi. Bütün sevenlerine mutlu ve huzurlu bir aile için gerekli olan ince edepleri öğretti. İnsanoğlu duygu, düşünce ve hisleriyle çok girift, muamma bir varlık. Gönlünde uzun emeller taşıyıp sonu gelmeyen arzu ve istekler besler. Kendi dünyasında her şeyin dört başı mâmur ve mükemmel olmasını ister. İşinde, ticaretinde, evliliğinde ve aile hayatında hep mükemmeli arar. Kadın veya erkek, evleneceği eşinin ahlâkının, davranışlarının da mükemmel olmasını arzu eder. Hayalinde kusursuz, eksiksiz, güzel ve mükemmel bir insan tipi arar. İşte bu tür insanlar için Sâmi Efendi hazretleri şu reçeteyi sunar. O öğretmen evladının gönlündeki hayallerini şöyle tedâvi eder:
“-Evladım! Sizin tahayyül ettiğiniz kadına hûri derler. O da bu dünyada bulunmaz. Hûriler cennette!...” buyurur.
O öğretmen arkadaşa verilen bu mesajlar, aslında bizler için de geçerliydi. Bu dünyada hayalini kurduğumuz böyle bir insanın bulunamayacağını bizlere duyurdu. O arkadaş birkaç ay sonra bizim dükkana uğradı ve sevincini şöyle paylaştı:
“Büyüklerin sözünü tutmak insanı her türlü fitne, fesat ve şerden kurtarıyor elhamdülillah. Eğer o Allah dostunun nasihatlarını dinlemeseydim hayatım alt üst olacaktı. Yuvam yıkılacak, ailem dağılacak, çoluk çocuk perişan olacaktım. O mübarek zatlar sayesinde nefis ve şeytanın tuzağına düşmekten kurtulmuş olduk. O Allah dostlarının nasihatlarını dinledik ve şimdi torunlara sahib olduk. Hanım, çoluk çocuk ve torunlarla huzur içerisinde yaşıyoruz elhamdülillah” dedi.
Bu hâtıra muhterem Faruk Küçük beyi de çok etkilemiş ki, hiç unutamıyorum dedi. Hatta kendi özel hayatı için bir reçete olduğunu söyleyip şunları ilave etti:
“- Ben o günlerde onyedi yaşlarında henüz bekar bir gençtim. Evleneceğim kızın hiç kusursuz ve her şeyi ile mükemmel olmasını arzu ediyordum. Gönül dünyamda bu vasıfta bir hanım arıyor ve onun hayalini kuruyordum. Sami Efendi hazretlerinin bu nasihatları benim de uyanmama vesile oldu. Eksiklik, âcizlik ve kusurun insana, mükemmelliğin ise Allah’a ait olduğunu öğrenmiş oldum.
Kaynak: Mustafa Eriş, Altınoluk, Şubat 2018