Herkes gider Mersin’e,  ben giderim tersine deriz  ya,  şimdi ben hem tersine  hem Mersin’e gidiyorum.

Tersine derken  aslında doğru yere. Mersin, Silifke Yeşilovacık’a memleketime.

Neden tersine dedim, aslında doğru yere gidiyorum diyorum.

Bundan çok uzun değil, kırk yıl evvel  herkes doğru yerde idi.

Her şey doğal, her şey sıcak, her şey tanıdık her şey insanın ruhuna yakındı.

Ne oldu da bozuldu? Doğru yanlışa döndü?  

İnsanlar doğrudan vazgeçerek, kendi doğasının tersine doğru yola çıktı?

1986 yılında dayım kaza yaptığı için Ankara’ya hastaneye gelmişti.  Dedem de o zaman kardeşlerimle benim öğrenci evinde kalmıştı. İşte o zaman  dedeme sormuştum;

Neden okuyoruz? diye.

Dedeme;   okuduğumuzu pek içime sindiremedim dedim. 

Neden dedi?

Herkes okuyor, meslek sahibi oluyor, makam ve para sahibi oluyor, emekli olup bizim memleket gibi yerlere yerleşmek istiyorlar, biz zaten orada doğduk büyüdük, aynı yere dönecek isek  neden okumak için memleketten ayrıldık?

Dedem bölgede nam-ı diyar saraç,  yerel bir filozof; 

Oğlum dedi, bu cümleleri kurabilmen için bile okuman gerekiyor demişti.

Benim sorumun içinde materyalist bakış açısı beslenen düşünceleri m  ile dünyayı değerlendirdiğimden olsa gerek.

Aslında yaşam içerisinde bir arayış için okumayı seçmiştim.

Yoksa yolculuğun başında  babam işte okulun işte işimiz, sen yanımda olmazsan ben daha ileri bir şey yapamam dediğinde, biraz da bu arayışımın sonucu, okulumu seçmiştim.

Belki yaşam yolculuğumda bir şeyler arıyordum,çok da ne aradığımı bilmiyordum.

Ama üniversitenin çok farklı kapıları aralayan bir şifre olduğunu ailemde okuyanlardan biliyordum.

Ankara’ya  Mülkiye İşletme bölümüne üniversite tahsiline gitmiştim.

 12 Eylül İhtilalinin tarumar ettiği üniversite yaşamı liseden bile basit gelmişti.

Hayal kırıklığı yaşamıştım. 

Ama üçüncü sınıftan sonra öğrenmenin zevkine varmaya başlamıştım.

Bildiğim her şeyin  sığ olduğunu, her şeyden parça parça bilgim olduğu halde yaşamın kıyısında dolaştığımı fark etmeye başladım. Öncelikle ne bilmediklerimin peşine düştüm. Öğrendikçe içimdeki keşif ruhu harekete geçmeye başladı. 

Ustalarla, bilge insanlarla tanıştıkça ufuk sandığım  sınırları başlangıç yaparak hayatın faklı boyutları ile tanışmaya başladım.

Farklı duyguların derinliğinde, farklı fikirlerin kanatlarında  hayatın sadece baktığım  yerden ibaret olmadığını fark etmeye başladım. 

Küre-i arzda   sonsuza yakın 360 derece olduğunu,böyle bakınca hayata;   bakış açılarının içerisinde bir zerre olmanın gerçeği ile tanıştım. 

Bu hayatın manası konusundaki yolculuğumda bana yeni rotalar çizdi.

İyi ki okumuşum diye her zaman şükrediyorum.

Meğerse doğallıktan kopmadan da  , doğal bir insan olarak insan yaşamın içerisinde öğrenebiliyor, öğrenci olabiliyormuş diye düşünüyordum. 

Bu arada ruhumun bir parçası hep memleketimde idi tabii.

Meğerse yaşam bir öğretmen, biz yaşam boyu öğrenci imişiz.

Fakat bu kırk yılda hayat gerçekten benim anlamaya başladığım gibi gelişmedi.

İnsanlara  ihtirası kadar tüketim davranışı,  modern yaşam diye pazarlandı, insanlar kendilerinden vazgeçerek,  modern denen bu yaşama doğru  yolculuğa özendirildiler.

Gelişmiş ülkeler Mersin’e giderken , bize tersine bir hayat çare olarak sunuldu.

Herkes bunun peşinden köylerini kentlerini terk ederek, şehirlerin mekanik yapısına doğru yol almaya başladılar. 
Sanki koca sistemin parçaları gibi, tüketmek için üreten,, kazandığının çok üstünde borçlanan bir toplum meydana getirildi. Kendini daha fazla ihmal ederek.
Yani daha çok tüketerek, tükenen bir insanlık oluşturuldu.

Plansız programsız yapılan bu yönlendirmeler, toplumu  doğaldan, sılasından, insanlığından çok farklı bir varlığa dönüştürdü.

İnsanlar doğallığı bir rüya, bir hikaye gibi dinlemeye hayal etmeye başladılar. Ne doğalı bulabiliyor, ne de yapaydan vazgeçebiliyor.

Öyle bir korkuttular ki ; insanları,  yarıştan koparlarsa toplumdan soyutlanacaklarmış  duygusunu baş köşeye oturttular.

Belki  de hepsi,  dünya çapında   evrensel değerde yerleşim yerleri idi.  Gerek özendirme, gerek çözülemeyen yaşam problemleri  ile bile bile insanları çaresizliğe sürükleyen  devlet yönetimleri,  insaların şehirleri tek yaşanabilir çare gibi görmelerine sebep oldu.

İşte böyle bir ortamda, yılda üç ürün veren toprağı, 12 ay turizm imkanı, yapılan yatırımlarla gelişen nüfus ve ekonomi yapısı, değişik memleketlerde okumuş çalışan insan kaynakları ile  potansiyeli yüksek memleketime dönmeye karar verdim. 

Konya,Ankara, Iğdır, Nevşehir kendine doğru çağırırken,

Tabii daha çok okuyarak, daha çok hayattan beslenerek yazmak için

23 üç ülkeyi  etrafında toplayan Akdeniz’in en güzel kasabasına ( resmi olarak mahallesi) muhtar olmak  üzere döndüm.
Elbette milletimin tercihi olur isem.

Belki de şimdiye kadar ki yaşamdan derlediğim, bilgi, tecrübe  ve sıra dışı bakış açım ile; memleketin gelişen dünya içinde;  İlçesinin, İlinin , ülkesinin gelişmesine paralel evrensel değerde gelişme potansiyelini değerlendirmek üzere göreve talip oldum.

Kısmetimizde var ise bu güzel  memlekete hizmete hizmet etme fırsatım olur.

Sıla-ı rahime dönerek aynı zamanda yaşamımın doğal yapısına da dönmüş oluyorum.