Saygınlığını yitirmiş, bayağılaşmış olan bir zamanın eteklerine asılmış ziller gibi ne yaptığından bihaber bir oraya bir buraya bilmediği kelimeler sarf ederek savruluyor insanoğlu…

Ah seni gidi müptezel, içinde kaybolup gidiyoruz. Eskilerde zamanın bir anlamı, bir değeri varken şimdilerde yaşamak için yaşanan bir dilim oldu, gidiyor. Anlamını saygınlığını yitirdin be… Önümüze ne gelirse tüketen bir nesil olduğumuzdan beri neyin, ne anlama geldiğini unutur olduk.

Zaman, neydi? Zaman, sabırdı. Zaman, dikenli bir gülü; ellerin kan içinde kalsa bile avuçlamaktı. Zaman, güzel günlere açılan uzun fakat umut dolu bir koridordu. Zaman, onu beklerken değerliydi. Zamana yayılmış, hemen olamayacak şeyleri beklerken mutluyduk sanırım. Ama sabırsızlığımız onu da ele geçirdi. 

Bir zamanların en iyi öğretmeni… Allah’a havale ettiğin kişilere en büyük ders… Duyguların tercümanı; beklerken yavaş, korkarken hızlı, kederliyken uzun, sevinçliyken kısacıkmış gibi gelen… Bazen durmasını istediğin, bazen ise acının derinine işlemesinden korkup ilerlemesi için dört gözle beklediğin… Kimi vakitte sevginin timsali… Sevdiğine verebileceğin en güzel hediye…

Zaman, sessiz bir mahkeme… Hüküm verildiğinde asla geri alınamayacak olan… Ama adaletli olup olmadığı muamma. Çünkü oda gelip geçiyor. 

Zaman su gibi akıp geçerken, bizlerde onun önüne bir set çekme peşinde güzel anları heba ediyoruz. Nigeria atasözünde şöyle geçer; “Zaman her şeyi yok eder.” Zamanı harcarsanız, bir gün oda sizi mutlaka boşa harcar. Kendisine bağlı olan her şeyi heyelan gibi kökünden söküp peşinden sürükleyerek götürür.

Sanırım zaman en iyi yazar. Çünkü hiçbir vakit yazdığından başka bir hadise yaşanmamıştır. 

Hepimiz, zamanın açık cezaevinde oradan oraya koşturup duran birer mahkûmuz. Ne yaptığımızın ne istediğimiz farkında olmadan; her şeyi alışılagelmiş olaylar olarak görerek yaşayıp gidiyoruz. Ne çabuk harcıyoruz olan biteni bozuk para gibi… En parlağı biraz göz kamaştırsa da bir gün ondan da vazgeçiyoruz. 

Dedim ya işte, doyumsuzuz. Biri gider, diğeri gelir mantığı ile yaşayıp gidiyoruz. Sanki her şey bize aitmiş gibi, bu dünyanın efendisi bizmişiz gibi… 

Öyle görünüyor olsa da bir gün zamanın bile anlamından sapacağı, her şeyin yerle bir olacağını çokça hatırlamalıyız sanırım. Ömür kotamız sınırsız değil. 

Tüketiyoruz, harcadığımız onlarca şeyin farkına bile varmadan… Gözle görülür, elle tutulur, biz de var ya da yok olmasına bile gerek yok. Yeter ki tüketilecek bir şey olsun. Ah zaman seni de müptezel bir hale bürüdük. Ne bir önemin ne de bir saygınlığın kaldı.

Yeryüzü bir su, dünya ise kara bir delik… Ne bulduysa içine sürükleyip kaybediyor. En acısı da ilerde çocuklarımızın eskilerden yâd edeceği güzel anılarının kalmayacak olması… 

Acımasız, cimri, merhametsiz, hayasız bir insanlık boy gösteriyor. Bizden geriye ne kalacak ki sanki?.. İyi şeylerden utanıp, kötülüğe yöneliyoruz. İçim acıya acıya bir yazı okumuştum orada şöyle anlatılır: “Ben küçükken rahmetli babam anamı döverdi. O esnada anamla göz göze gelirdik. Nedense Tayfun bir kadın dayak yerken utanır. Bu oğlu bile olsa ondan utanır. Ben anamın gözünde acıdan çok o utancı gördüm. İşte Tayfun ben o gün yemin ettim kadını döveni affetmeyeceğim ve bir yerini kırmadan bırakmayacağım diye. Şimdi anamla o günleri konuşuyoruz Tayfun, o açmaz zaten ben de özellikle açmıyorum çünkü anam hatırlayınca bile utanacak bilirim. “Kadın niye utanır Tayfun?Utanması gereken onu döven erkek olması gerekirken.” “Bilmem.” 

“Ben söyleyeyim; Kadın insandan, insanlığından utanır. Güçsüzlüğünden utanır. Onu döven erkek ise dövmeyi erkeklik sanır. Bu nasıl bir çelişkidir Tayfun?” (Mirza Tazegül-Hayalini Arayan Kadın)

Ben de bu çelişkiyi anlayamıyorum. Biri insanlığından utanır, diğeri de acımasızlığı ile övünür. Nasıl bir yer burası?.. Yer yarılsa, dibine girecek yüzümüz kalmadı. Sonumuz hâyr olsun. Selam ve dua ile…