"İslam şehirleri mekânın İslam inancına göre şekillenmesinden ibarettir." Bu cümleyi bir yıl kadar önce Konya'da düzenlenen Uluslararası İslam Medeniyetinde Zaman Sempozyumu'nda sunulan bir tebliğden aldım.

Cümle kulağa o kadar hoş geliyor ki... Benim dinimden, benim şehirlerimden bahsediyor ve içinde yaşadığım yerleri inancımın bir parçası haline getirerek beni neredeyse 50 yıldır çektiğim yersizlik-yurtsuzluk acısından kurtarıp "Oh! Nihayet ait olduğum bir yer buldum" dedirtiyor.

Tabii ki davulun sesi uzaktan, cümlenin sesi kâğıttan hoş geliyor ama işe hayatın içinden bakınca bütün o hoşluk yerini kocaman bir boşluğa bırakıyor.  Sorular hücûm ediyor zihnime birden ve yine o yersizlik-yurtsuzluk acısı yüreğimin ta derin bir yerinden depreşmeye başlıyor.

***

Benim bunca zaman yaşadığım şehirler İslam şehri mi? İslam şehri ise benim o mükemmel inancımla neden hiç bir ilişkisi yok mükemmellikten fersah fersah uzak o şehirlerin? Söz konusu şehirler İslam şehri değilse İslam şehri neresi? Yoksa tebliğ sunun bilim insanının sözleri yanlış, yani inançla mekânın şekillenmesi arasında bir ilişki yok mu?

***

Bilim adamımız "Toplumların dini algıları, yaşayış şekilleri, varlık tasavvurları, ahiret inançları, mahremiyet anlayışları ve Tanrı telakkileri şehirlerde tecessüm eder" diyor. Cümlenin sonuna kadar sanıyorum hiç bir problemim yok. Ama sonundaki "eder" kelimesi var ya...  Yargı belirten bu kelime, bana kalırsa, bütün cümleyi bozuyor. Bozuyor, çünkü yaşadığım gerçeklerle çatıştığını açıkça gördüğüm için yargıyı "batıl" hale getiriyor.

Keşke "eder" yerine "etmeli" deseydi bilim adamımız. O zaman gerçeklere dayanan bir yargı yerine "dilek ve temenniler"ini dile getirmiş olurdu ve cümlenin altına belki de herkes ikirciklenmeden imzasını atardı.

Kuşkusuz bilim adamımız samimi; inanarak kuruyor bu cümleleri ve çevresindekilerin bırakın itiraz etmeyi, elleri şişene kadar alkışlamaları inancını perçinliyor. Oysa alkışlar tehlikeli. Alkışlar hiç bir şey öğretmiyor insana.

İnancın büyük bir güç olduğuna inananlardanım ama inancı ile hayatın gerçeklerini birbiriyle sağlıklı biçimde ilintileyemeyen bilim insanlarının, siyasetçilerin ve din adamlarının İslam Dünyası'nı ne hale koydukları da ortada. 

***

Tebliğinin bir yerinde "... insan, zamanın ve mekanın bir parçası olup onların tanımlayıcısı, düzenleyicisi, aydınlatıcısı ve karar vericisidir" diyor bilim adamımız. Cümlesi yine çok büyük, muhtemelen yanlış ve de bencileyin sıradan insanları aşan yargılar içeriyor. Ben bu yargılara takılmadan "insan"a yaptığı vurguya dikkatinizi çekmek istiyorum.

Sorun insanda. İnsan inandığına inanmadım, inanmağına ise inandım diyebilen, yaptığını yapmamış, yapmadığını ise yapmış gibi gösterebilen, Mevlana'nın sözlerinden faydalanırsak, olduğu gibi görünmeyen ya da olmadığı gibi görünebilen bir "varlık". 

Bütün mesele varlığımızdaki eksikleri, hastalıkları teşhis ve tedavi edebilmekte. Bunu yapabilseydik, İslam şehrinden bahsetmeye hakkımız da olabilirdi.

***  

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)