“Üstünlük; yüceliğe ulaşma savasındadır” kuralı konunca başa,

Uğrunda can verenlerde düşmez elbet kor ataşa.

Çiftlik yaşamını bırakıp dönünce köyümüze, kendi hünerlerimizle ‘yan gelip yatarak’ geçirir gideriz günlerimizi, armasını yapıştırmayalım ıslak tenimize. Arma sıcak, ten soğumuşsa eğer tembellikten, hareketsizlikten, armaya, aksine ise tenimize yazık olacaktır. Zira bu buluşma geceyle gündüzün aynı aydınlık ve aynı karanlıkta buluşması gibi olacaktır ki bu imkânsızdır. Tek başına kırlarda yaşayan, Yaradan’ın diğer yaratıklarına zarar vermeden hayatını idame ettirme kolaylığını ne gün terk etmiş, toplu yaşamı tercih etmişse insan, işte! O tarihte hayatının en zor yaşam tarzını seçmiştir kendine…

Tabi ki bu tercih insanın kendi tercihi midir? Yoksa Yaradan’ın onun hamuruna koyduğu, mayasına işlediği bir eylem midir onu ancak kendisini yoktan var eden yegâne kudret sahibi bilir. Bizim gibi hafif yükünü ağırlaştıran ‘saf’ insanlar ancak inciklerinin yükün altında titremesini hissettiği zaman anlarlar, han yayla Konya’yı. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak tercih yapmış olsun; topluluklar, köyler ilçeler şehirler, koca koca kentler içinde yaşamayı…

Ne kadar kalabalıksa şehir sorumluluk o derece büyüktür. Kentin enlemi ve boylamıyla sorumluluğun enlemi ve boylamı aynıdır. Küçük yerlerde hiçbir ulaşım araçlarına gerek olmadığı gibi iletişim araçlarına da gerek yoktur. Gider söyleyiversin kulağına insanın ne söylemek istersen, eğer onun için, ona özelse. Yok, herkesin duymasını istersen, atarsın kendini herklesin göreceği bir tepeye söyleyiverirsin neyse söylenmesi gerekeni. Oysa kentlerde hiçte o kadar kolay değildir sırttaki yükü atıvermek bir başkasına…

Tabi herkesin yükü; cüssesi gücü kadardır. Zira öyle emreylemiş yaradan. Yükü ağır olanların görevlerini yapmaları, oh! Bu günlük tamam demeleri hiçte sanıldığı kadar kolay değildir. Sahi onlar nerden alırlar bu katırların, katarların, tüm nakliye araçları ve iletim araçlarının yetişemeyeceği, saymakla bitiremeyeceğimiz yükün taşımacılığını. İyi’mdir bu kadar yükün olması? Kârlı bir şey mi? Düşünme eyleminde birkaç adım ilerleyince oksijeni bol bir ovada, kârlı olmadığı konusunda hiç tereddüt etmeyecektir insan karlı bir havada…

Nerden, kim yâda kimler tarafından kimlere bu zorlu yük yüklenir sorusu atılınca ortaya, insanın havsalasına gelmedik söz kalmaz da aslında bu sözler havadaki toz zerrecikleri kadar ehemmiyet atfetmezler. Modern çağ teorisine göre sorumluluk, bir bütün olarak yaşadığımız evrende başka gezeğenlerden gelen ileri teknoloji sevisine ulaşmış yaratıklar tarafından nokta atışı yapılarak verilir belirli şahıslara…

O şahıslar ki; Zekâ, duyduklarını ve gördüklerini değerlendirme olgunluğu ve ikna kabiliyetleri bakımından son derece ileridirler. Yani anlatılanı hemen kavrar, olayın derinliklerini düşünür ve anında o konuda yeni yorumlar getirerek çevresinde bu tür meziyetleri olmayan insanları ikna ederler bu duydukları ve gördüklerine… Oysa modern ilmin modayla boy ölçüştüğü günümüzde; mevsimler gibi karıştırmaya başlamıştır artık yazla kışı, ilkbaharla son baharı. Gözler yerdeki dökülmüş yaprakları ağacın dallarında, ağacın dallarındaki yapraklarında yerde görmeye başlamıştır bakış açılarını değiştirince…

Oysa çiftlik yaşamını reddedip köye dönüşümüz, bilerek mi yoksa bilmeyerek mi böyle bir eylemi yaptığımızı konusunda daha net bir sonuç bulunduramazken elimizde, sınırlı verilerimizle yaptığımız her şeyin de sınırlı olacağını kazımalıyız en hassas yerimize. Biz henüz daha niçin bir şeyler yemek zorunda kaldığımızda kendimize hâkim olabilme, doyumu yalnız maddeden değil ruhun engin ilmiklerinden, ilmik sağabileceğimiz ineğim sağmaların içinden geçirerek, yerimizden devinmeden de bal şerbetle doyabileceğimiz bilincine ulaşmadan nasıl çıkabiliriz girdiğimiz dehlizlerden…

Gezegenimiz dışındaki gezeğenler tarafından içimizden yeterli özellikleri taşıyanlara verilen görevleri yerine getirme görevine tayin olunan seçkin kişileri bir tarafa bırakıp asıl seçme özelliğini kendi ukdesinde toplayan yegâne güç sahibine göre görevli, kendi şeması ve fizibilitesinin yapımcısı tarafından atana kişidir. Gezegenler arası bilgi alır verişi her zaman için evrenin içinde bir komşu ziyaretinden maada başka bir şey değildir. Sebepten çok m müsebbibe bakmak lazımdır. Söyleyene değil söyletene bakmakta olduğu gibi.

Semavi dinlerin (dinin) tabileri bu olguyu kendi akli melekeleri doğrultusunda değerlendirmişlerdir. Örnek vermek gerekirse Yahudiler; Hz Yakup’un atası olan Hz. İbrahim’in dürüstlüğünden dolayı yaratıcıyla araların da bir antlaşma yapıldığını (ahitleşme) ve Hz. İbrahim- Hz. Yakup soyundan gelen beni İsrail’in seçilmiş millet olduğuna inanılır. Bu ırkı bir üstünlüktür. Oysa yine aynı soydan gelen Hz Musa’ya izafeten söylenen Musevilik veya Yahudilikte üstünlük, Musa inanışına girmekle başlar. Yine bu inanış mensuplarına göre cennete girmek için öyle dine mensup olmaya ve ibadet yapmaya falanda gerek yoktur. Zira cennete ulaşmak için Allah’ın birliğine inanmak ve insanlığın temel değerlerini korumak yeterlidir. 

Hıristiyanlıkta ise görev; Allah’tan geleni söylemek, Allah’ın sesi olmaktır. Hz. İsa Allah’ın adına konuşan pir önderdir. Nüvesinde aynı olmasına rağmen beni beşerin aklının girmesiyle ayrı şeylermiş gibi söylene gelen ve aslında son şekliyle tekâmüle ermiş ilk ve tek semavi din olan İslam’a göre önder: kendisine doğru yolu gösterme görevi verilen, misyonu ve vizyonu olan geçmişinde şaibesi olmayan, her ortamda alnı pak yüzüz ak olan insandır.

Anlatmaya çalıştığımız o dur ki; kendi kuvveyi melekesiyle değil haricin onayı ve tasdikiyle, içinde yaşadığı toplumun menfaatlerini ve zararlarını idrak edebilecek kuvvei akliye ’ye, ilmi irfana, nezaket ve liyakat’a erişmiş kişilerin öne sürülmesiyle meydana çıkmalıdır, yükün altına kendini koyan. Cüssesine ve cürmüne bakmalıdır küfenin altına girerken zorla da olsa. Bir süre sonra sersemleyeceği, kündeleyeceği, altında ezileceği yükün altına girmemelidir, velev ki o yük hacim bakımından küçük görünse de. Zira biliriz ki her ilkokul çocuğuna ilk başlarda sorulsa 1 kilo pamuk mu ağır yoksa demir mi diye hiç düşünmeden demir diyecektir şüphesiz…

Kısaca eskilerin tabiriyle olayları deruhte etmede, sorunlara çözmede, kendini kurtarmış, içinde bulunduğu toplumu da düzlüğe çıkarma mertebesine erişmiş şahsiyetler atılmalıdır toplumu çıkmaz sokaklardan, kokuşmuş şiltelerden papatyalı ovalara taşıyabilecek. Ailesinde, mahallesinde, köyünde, kentinde, komşusunda, ıstırap sahibi olanların ıstıraplarını kendi becerisiyle çözebilmiş insanlar atılmalıdır başsız kalabalığın önüne. Bunu anlamak için üstün zekâ sahibi olmaya gerek yoktur. Oturup kalkmasını bilen iki ulakla, milleti temsile namzet adayların muhitinde yapılan kısa bir araştırmayla bu olay kısa zamanda çözülebilir.

Toplum önderleri, böyle sıradan, tebdili kıyafetle bir alt yapı araştırmadan etrafındaki şakşakçıların tahrikiyle, akla karayı bir birine karıştırarak soyunursa milletin temsilcilerini seçmeye, hem kendini hem de toplumu aldatmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Her inanış sahi bilmelidir ki zulüm hiçbir zaman ebedi kalmamakta zalim er geç ettiğin cezasını bulmaktadır. Kendi yükünü taşıyamayan topal eşeğin ( tabirimi mazur görün) başkasının yükünü taşımaya yeltenmesinin akıbeti neyse, korumasız bir kuyu civarında yürüme antrenmanı yaban çocuğun akıbeti olacaktır önünde sonunda…

Özetle; kendi dertlerini bitaraf edip toplumun derdiyle derdi-nas olabilme sathı mahalline ulaşabilmiş; gözü kapalı, “haydi gelin” deyince hiç tereddüt etmeden peşine, ardına düşülecek, uğrunda cefasına, var ise sefasına katlanılabilecek şahsiyet sahibi insanlar olmalıdır SEÇİLMİŞ…