Tarihte toplumların yaşayabilmeleri ve kendilerini koruyabilmeleri için askeri birliklerinin var ve güçlü olması her dönemde geçerlilik göstermiştir. Salgın hastalıkların insanlar ve askerler üzerindeki hastalık yapma ve yayılma etkisi, M.Ö. 6. yüzyılda fark edilmiştir. Bu dönemde Asurluların düşmanlarını zehirlemek amacı ile içme suyu kuyularına rye ergot (Claviceps purpurea bitkisinden elde edilen ergot alkoloidleri) attıkları bilinmektedir. Atinalı Solon da, Krissa şehri kuşatmasında purgatif herb hellebore (Purgatif Herb Hellebore; Bir tıbbi bitki türü olup (Angelica sp.) müshil olarak kullanılmaktadır.) kullanmıştır. Bu dönemde insan ve hayvan cesetleri ile düşmanın su kaynaklarının kirletilmesi yaygın bir strateji idi. Daha sonra su kaynaklarının kirletilmesi ile salgın oluşturulması, birçok Avrupa savaşında, Amerikan İç Savaşı’nda ve 20. yüzyılda da devam etmiştir. Orgeneral W. T. Sherman “Anılar” adlı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri askerlerini zehirlemek için çiftlik hayvanlarını bilerek sulama kanallarında vurduklarını ve bu hayvanların kokan leşlerinin su kaynaklarını tehlikeye attığından bahsetmektedir.  Amerikan İç Savaşı süresince 600.000’in üzerinde asker ölmüş olup  ölümlerin üçte ikisinin salgınların sonucu olduğu bilinmektedir. Salgınlara neden olan bazı hastalıklar kısaca özetlenmeye çalışılmıştır.

Veba; veba salgını hakkında bilgiler 4000 yıl öncesine kadar gitmektedir. Günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce (M.Ö. 2000) yazıldığı tahmin edilen Gılgamış Destanı’nda vebadan bahsedilmektedir. Tıp tarihi kaynakları, üç büyük veba salgınının insanlığa büyük zararlar verdiğinden bahseder. Bunlar; 6. yüzyıl ortalarında daha çok Mısır ve Suriye’de görülen ve büyük bir alanda etkisini hissettiren Justinian Vebası, 1332 yılında Çin’den çıkıp Asya, Avrupa ve Afrika kıtasına yayılarak özellikle Avrupa’da Kara Ölüm (Black Death) veya Kara Veba olarak adlandırılan salgın ve 17. yüzyılda Hindistan’ın Bombay kentinde başlayan veba salgınlarıdır.  Doğudan pire yolu ile geçtiği anlaşılan veba salgını, Atina halkı arasında süratle yayılmış ve oldukça büyük tahribatlar yapmıştır. Veba salgını şiddetini iki yıl (M.Ö. 430-429) sürdürmüş, iki yılın sonunda salgın (M.Ö. 427-426) tekrar etkisini göstermeye başlamış ve halkın üçte birinin ölümüne neden olmuştur. Mısır’da hüküm süren Ihşidi’ler zamanında, 940, 949, 952, 954 ve 963’te yaşanan kıtlık ve veba salgınları nedeni ile halk ve ordu kırılmış ve iyice zayıf düşen İhşidi’ler, Fatımiler’e teslim olmak zorunda kalmışlardır. Bizans İmparatoru II. Nikephoros Phokas’ın, 964 yılında Tarsus’u, 969 yılında da Antakya’yı kuşatması sırasında, ordusunda çıkan veba salgını, çok sayıda askerin ölümüne sebep olmuştur. Haçlı askerlerinin 1096 yılından itibaren Ortadoğu’ya gelmeleri ile buralarda veba salgınları ve buna bağlı olarak ölümler artmıştır. Veba salgınına coğrafi şartlar ve açlık da eklenince ilk Haçlı seferinin 500.000 kişilik ordusunun 100.000’ine yakınının öldüğü ileri sürülmektedir. İkinci Haçlı seferleri sırasında 1189-1190 yıllarında Çukurova içerisinden Antakya’ya ilerleyen Haçlı ordusunda yaşanan açlık ve ardından gelen veba salgını ile 200.000-600.000 arasında olduğu ifade edilen asker sayısının 1/10’nun yok olduğu belirtilmektedir. Haçlı kuşatması altında bulunan Dimyat’ta 1218-1219 yıllarında 17.000 askerin öldüğü rivayet edilmektedir.

Moğolların 1256 yılında Meyyafarıkin’i kuşatması sırasında da kıtlık ve buna bağlı veba salgını ortaya çıkmıştır. Trabzon Rum İmparatorluğu Ordusu 1340 yılı Ağustos ayında Akkoyunlular’a saldırmış, bunun karşılığında da Akkoyunlular 1341 ve 1343 yıllarında iki kez Trabzon’a saldırıda bulunmuştur. Bunların sonucunda 1348’de şehirde çıkan veba salgınında da nüfusun ancak 1/5’inin sağ kaldığı bildirilmektedir. Karadeniz’in Kırım liman kenti Caffa (günümüzdeki Feodosiya/Ukrayna) 1346 yılında Moğol Tatarları’nca üç yıl boyunca kuşatma altında tutulmuş, ancak kaleye girilememiştir. Bunun üzerine, kaleye; mancınıklarla vebadan ölenlerin kadavraları ve vebalı pire taşıyan fareler atılmış ve kale şehrine veba bulaştırılmıştır. Veba salgınının başlaması ile kaleyi koruyan Ceneviz’liler İtalya’ya kaçmışlardır. Bunun sonucu İtalya ve Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılan veba çok sayıda ölüme sebep olmuştur. On dördüncü ve 15. yüzyıllarda 25 milyon insanın ölümüne yol açan kara veba salgını sırasında, 2000 at arabası kadar ceset ve dışkı, 1422’de Çekoslovakya’da yer alan Carolstein’de düşman mevzilerine fırlatılmıştır. Buna benzer bir strateji, 1710’da Rus kuvvetlerinin Reval’deki İsveç kuvvetlerine karşı savaştığı sırada, veba kurbanlarının duvarların üzerinden şehre atılması şeklinde uygulanmıştır.

Fatih Sultan Mehmet; 1476 yılında Boğdan seferine çıkmasından iki ay kadar sonra askerler arasında veba salgını başlamasıyla geri dönmek zorunda kalmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın, 1532 yılında Macar İmparatoru’na bir mektup göndererek savaşa davet etmesinden sonra, imparatorun 80.000 yaya ve 40.000 atlıdan oluşan ordusunu toplayıp Osmanlı üzerine düzenlediği seferin gerçekleşmemesi de, askerler arasında yayılan veba salgını nedeniyledir. Bu dönemde yaşanan veba salgınları Avrupa’yı o kadar çok etkilemiştir ki, 1585 tarihinde Graz şehrindeki katedralin dış yüzeyine yapılan ve Tanrı’nın Dünya’ya gönderdiği felaketleri temsil eden fresk’te veba, çekirgeler ve Türk’ler üç büyük felaket olarak nitelendirilmektedir.

Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’nın 1672 yılında çıktığı seferde Yunanistan’ın orta kesiminde Atina’nın kuzeybatısında yer alan İstefe Kalesi civarında veba salgınına yakalanması sebebiyle 18.000 Osmanlı askerinin öldüğü söylenir. Veba etkeni olan Yersinia Pestis’in etkilediği hastalar karşısında, hekimler de hızla itibarlarını kaybetmişlerdir.

Çiçek hastalığı; M.Ö. 7. yüzyılda Çin’de ve Hindistan’da biliniyordu. İran ve Mısır’da da tanınıyordu. Roma imparatorlarından M.S. 161 yılında tahta çıkan Marcus Aurelius döneminin ilk yıllarında, Doğu’ya yapılan seferlerden birinde, Roma Ordusu’na bulaşan ve çiçek olduğu tahmin edilen hastalık hızla yayılmış ve bu salgın 15 yıl kadar sürmüş ve imparatorluk nüfusunun %25’ini yok etmiştir. Al-Azraki’nin eserindeki bir kayıttan, 571’de Mekke’yi kuşatan Habeş Hükümdarının Yemen’deki valisi Abrehah’ın ordusunun çiçek hastalığı salgını nedeni ile mahvolduğunu anlatmaktadır. Hastalık Haçlı Savaşları ile (1096-1270) Avrupa’ya yayılmıştır. 16. yüzyılda çoğalan çiçek İspanyollar tarafından Amerika’ya götürülmüştür. Kuzey Amerika’daki İngiliz kuvvetlerinin komutanı olan Sir Jeffrey Amherst, 18’inci yüzyılda Fransız-Kızılderili Savaşı (1754-1767) sırasında, çiçek virüsü ile kontamine olmuş battaniyeleri, Kızılderililere vererek çiçek salgınına neden olmuştur. Bunun sonucunda da milyonlarca insanın öldüğü tahmin edilmektedir. 1763’te, yakın gelecekteki olası bir Kızılderili saldırısından endişe duyan Kraliyet yüzbaşısı Ecuyer, Kızılderililerle sağlanan sözde dostluk ortamından faydalanarak çiçek hastanesinden aldığı virüs bulaştırılmış bir mendil ve iki battaniyeyi düşman Kızılderililere dağıtmıştır. Aylar sonra, Ohio bölgesindeki Kızılderili kabilelerinde büyük çiçek salgınları ortaya çıkmıştır. Buna benzer bir strateji (düşman kuvvetlerine çiçek virüsü bulaştırılması) Amerikan İç Savaşı sırasında, General George Washington’un emri ile çiçek aşısı olan ve çiçek hastalığına karşı bağışıklık kazanan koloni kuvvetleri tarafından kullanılmıştır.

SITMA; sıtma hastalığı Sultan Mesud’un 1153-1154 yılında ordusu ile birlikte Kilikya’ya (bugünkü adı ile Çukurova) girip Til Hamdun’u kuşatmasından sonra ordunun muhtemelen sıtma salgınına uğradığı anlaşılmakta, Papaz Grigor tarafından Urfalı Mateos’un Vekayi-namesine yazılan zeyline notlar ilave eden Edouard Dularer tatarından Abu’l-Farac’a atfen şöyle ifade edilmektedir; Mesud, büyük bir orduyla beraber Klikya’ya girip Til Hamdun’u mühasara etti. Fakat Allah onu on binlerce sinek ve eşek arısının hücumuna uğrattı. Bu hazreti Musa zamanında Mısırlıların maruz kaldığı felaketi andırıyordu. Üç gün içinde hava taaffün etti(kokuştu) ve Türk karargahında hastalık yayıldı. Bu afet günden güne daha çoğaldığı için Türkler, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Ermeni Prensi Toros, Ermeni askerlerinin başında olduğu halde çekilmiş bulunduğu dağlardan aşağıya indi, Müslümanların takibine başladı ve onları, kolları yorgunluktan hareketsiz kalıncaya kadar kılıçtan geçirdi. Buradaki sinek saldırısı ile muhtemelen bir sıtma salgınının ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Vietnam’da da 1961 ile 1975 yılları arasında savaşa dahil olan ABD birlikleri arasında, her gün binde 53 gibi yüksek bir sıtma krizi oranı yaşanmıştır. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli bir bölümü sıtma nedeni ile perişan olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nda ise özellikle Kasım 1914-Eylül 1918 arasında oldukça şiddetli salgınlar yapmıştır. Dört sene içerisinde ordumuzda yaklaşık 412.000 er sıtmaya yakalanmış bunların 20.000’i ise ölmüştür.

TİFÜS; Kırım Savaşında (1854); Rus’lara karşı oluşturulan ve bir savaş için oldukça ilkel uygulamalarla yüklü İngiliz-Fransız-Türk ittifakı galip gelmesine rağmen, her iki taraf da hastalıktan eşit şekilde payını almış ve bu savaşın ardından salgın başlamıştır. Düşmana karşı korunma bir dereceye kadar mümkünken salgınlara özellikle tifüse karşı bir şey yapılamamıştır. Fransız hekimlerinden Pouvet’in raporuna göre Fransız ordusunun yüzde biri tifüse tutulmuştur. Dr. Angel’a göre de Kırım Savaşı’nda 75.000 zayiat ve savaş sonrası 15.000 kişi olmak üzere toplam 90.000 kişi tifüsten ölmüştür. İngiliz verilerine göre ise, ölen 43.000 askerden ancak 7.000’i düşman saldırısı sonucu ölmüştür. Osmanlı Rus Savaşı’ndan (1877-1878) günümüze ulaşan, “bit sorunu”nun bu savaştaki önemine ait bilgiler oldukça ürkütücüdür. Bir taraftan kıtlık, diğer taraftan tifüs salgını savaş gücünü azaltmış ve Erzurum, Rus’lara teslim olmak zorunda kalmıştır. Bu savaşta ortaya çıkan tifüs salgınının 40.000 dolayında Osmanlı askerinin ölümüne neden olduğu günümüze ulaşan bilgiler arasında yer almaktadır. 1896 Türk Yunan Tesalya Savaşı’nda, Yemen seferlerinde ve Balkan Savaşı’nda tifüs önemli zayiata sebep olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte bütün Osmanlı ülkesi salgın hastalıklar için müsait bir alan haline gelmiş, savaş boyunca en sık rastlanılan ve tahribat yapan salgınlar da daha çok bitle yayılanlar olmuştur. Bunların en başında geleni de tifüstür. Birinci Dünya Savaşı’nda tifüs Türkiye’yi perişan eden sebeplerin en önemlilerinden biri olmuştur. Tifüs hastalığı, 3. Ordu’nun karşılaştığı sorunların başındadır. Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış Muharebeleri (Aralık 1914-Ocak 1915) sırasında, Onuncu Kolordu’nun bir alayında asker mevcudu 3500’den 150’ye düşmüştür. Birinci Sarıkamış Muharebelerinde Abdülkerim Paşa, tifüs hastalığına tutularak Erzurum Hastanesine yatmıştır. 3. Ordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa da aynı hastalığa tutularak vefat etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda Erzurum’da yer alan 3’üncü Ordu’nun, geniş bir alana yayılan bölgesinde Mart 1915’den Eylül 1918’e kadar ölenlerin sayısının 120.653 kişi olduğu, bunlardan 111.652’sinin hastalıktan, 9001’inin ise vurularak öldüğü söylenmektedir. Bir başka kaynakta da, Birinci Dünya Savaşı’nda(1914-1918 yıllarında) toplam 93.036 tifüs hastalığına yakalandığı ve 26.362 kişinin öldüğü belirtilmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda da Osmanlı Ordusu’nun Sina ve Filistin Cephesi Muharebelerinde çeşitli salgın hastalıkların (tifo, tifüs, kolera, malarya, dizanteri) zaman zaman görüldüğü belirtilmektedir.

İran-Irak cephesinde de bulaşıcı hastalıklar nedeniyle büyük kayıplar verilmiş hatta ordu komutanı Goltz Paşa (Wilhelm Leopold Comlar Freiherr von der Goltz) bile tifüsten ölmüştür. İkinci Dünya Savaşı ve onu takip eden yıllarda Lekeli Tifüs, doğu Avrupa’nın büyük bir kısmında, orta Avrupa’da, İspanya’da ve kuzey Afrika’da salgın halinde seyretmiş, Pasifik Adaları’nda müttefik askerleri arasında görülen ve 25.000 eri etkileyen, güney Asya’da İngiliz erlerinde Funda Tifüsü görülmüş ve hastalığa yakalananlardan %28’i ölmüştür.  

GRİP; Bir çok grip salgınının ölüm grafiğinde farklılıklar vardır. Hekimler, çok sayıda insanın ölüm nedenini fark edene kadar, Amerikalı askerler gribi savaş yorgunu Avrupa’ya taşımıştı bile. Öksüren Almanlar salgına “Blitz Katarrh” derken, ateşler içindeki İngiliz askerleri “Flanders Gribi”, Amerikalı askerler de bu gribe “İspanyol Gribi” adını vermişlerdi. Salgının ikinci ve en öldürücü dalgası, Boston dışındaki Devens kampını vurmuş ve 35.000 kişi için tasarlanmış olan askeri kışlada 45.000 kişi barınıyordu. “Gürleyen” gribin ilk vakası Eylül’ün birinde görülmüş ve on sekizine kadar vaka sayısı 6674’e çıkmış, iki gün içerisinde de ölmüşlerdir. Bu nedenle, ABD ordusu askerleri her sabah sirke ve su ile gargara yapmaya zorlanarak bunun üstesinden gelinmeye çalışılmıştır. Bugün klasiklere 1918 pandemisi diye geçmiş bulunan grip hastalığının Birinci Dünya Savaşı’nda çok fazla sayıda insan kaybedilmiştir. Bezançon’un “insanlar sinekler gibi ölüyorlardı…” diye tarif ettiği bu salgından bütün dünyada 21.643.291 kişi ölmüştür.

DİZANTERİ; Özellikle savaş yıllarında ortaya çıkan açlık ve sefalet nedeni ile salgınlar yapmıştır. 3. Ordu’da büyük önlemlere rağmen dizanteri önemli bir salgındı. Dizanterinin en büyük sebebi, temiz içme suyunun yokluğu nedeni ile askerlerin pis su birikintilerinden su içmek zorunda kalmalarıdır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’ndeki 3. Ordu’da 1915-1918 yılları arasında dizanteriye yakalanan 12.642 kişiden 5.942’si ölmüştür. Çanakkale cephesinde, Haziran 1915’te sıcaklıklarla birlikte sineklerin çoğalması ile dizanteri baş göstermiştir. Savaştan sonra yapılan istatistiklere göre 85.000 Türk askeri, hasta olarak cepheden çekilmiş, bunlardan 21.000’i hastalıktan ölmüştür.

TİFO; Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Kızılhaç’ın yayın organına “Message de la croix ruge” göre, Rus ordularında ağır zayiata neden olan tifoya 48.000 kişi yakalanmıştır. Gnl. Hayman, Gnl. Molovinof ve Gnl. Solkovinof gibi komutanlar başta olmak üzere Rus ordusunun bir çok ileri gelenleri bu hastalıktan ölmüşlerdir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında 3. Ordu bölgesinde tifo hastalığı ortaya çıkmıştır. Savaşın başından itibaren 2927 vaka görülmüş olup bunlardan 1697’si ölmüştür.

KOLERA; Kolera tarihin birçok dönemlerinde etkin olmuş, toplumları derinden etkilemiştir. İlk olarak 1817 yılında Bengal’de (Jossere bölgesinde) yoğun olarak görülmüştür. Kolera dalgası 1848 yılında Rusya, Anadolu, Doğu Akdeniz ve Balkanlar’da etkili olmuştur. Kırım Savaşı’nda da orduları tahrip etmiştir. On dokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde de yoğun olarak etkisini hissettirmeye başlayan kolera telafisi imkansız zararlar vermiştir. Balkan Savaşı sırasında birçok cephede hem personel hem de sağlık malzemelerinin eksik olması nedeni ile ordu birliklerinde kolera bütün şiddetiyle baş göstermiş bulunuyordu. 2 Kasım 1912’de Üçüncü Kolordu’da (Hadımköy/ İstanbul) günlük hasta sayısı 536 iken ertesi gün 952’yi bulmuş, operatör Tevfik Hüseyin Bey emrindeki en çok üç yüz hasta alabilen Hadımköy Seyyar Hastanesine dört bin hasta sevk edilmiştir. 6 Kasım 1912’de Çatalca mevkiinde asker arasında ortaya çıkan koleranın, alınan tedbirlere rağmen yayılmasının önü alınamamıştır. Balkan Savaşlarında Osmanlı Devleti’nin yenilgisinin en önemli nedenlerinden birisi de kolera salgınının olumsuz etkileri olmuştur. Bu sürede toplam hastalığa yakalananların sayısı 12642 ve ölen sayısı  5942 kişidir.

 On dokuzuncu yüzyıla gelinceye kadar mikropların özellikleri, etkileri ve bunlara karşı korunma çareleri bilinmiyordu. Milletler doğal olarak çıkan bir hastalığı düşmana karşı kullanırken bu hastalığın etkilerinden kendilerini de koruyamıyor ve zarar görüyorlardı. 19’uncu yüzyıldan itibaren mikroskop, mikroorganizma, koruyucu aşı ve serumun keşfedilmiş ve bu keşifler neticesinde de, bu ilkel yöntemler terk edilmiş ve bundan sonra da biyolojik silahlarla ilgili araştırma ve üretim çalışmalarına başlanmıştır. Tarihsel gelişime baktığımızda savaşların sonucu, genellikle hangi tarafın ordusunun hastalıklara karşı daha dirençli olduğuna bağlı idi. Mikroplara karşı dirençli olmayanlar savaşları kaybetmişlerdir. Birliklerin imkanlarının artması ile askeri hijyen ve salgın hastalıkların kontrolü konusundaki önemli gelişmeler ile 20’nci yüzyılın ortalarındaki savaşlarda (İkinci Dünya Savaşı ve Vietnam Savaşı) ölüm nedenleri eskisinin tersine dönmüş olup savaş ölümleri, hastalık ölümlerinden beş kat daha fazla olmasını sağlamıştır. Savaş ortamlarının getirdiği en büyük olumsuzluklardan biri olan salgın hastalıklardır. 20. yüzyıla kadar, bütün savaşlar mikroplar yolu ile yapılmıştır ve kazananlar da daha sağlam bağışıklık sistemleri olan insanlar olmuştur. Bu nedenle sağlıklı beslenme ve güçlü bağışıklık sistemi salgınlar karşısında ayakta kalmanın önemli şartıdır. Günümüzde de savaş tellallığı yapanlar için bu hususun ne kadar önemli olduğu hatırlatmak isterim. Tarihi örneklerde görüldüğü gibi bazı durumlarda savaşlar salgınların sebebi olurken salgın hastalıklar her zaman savaşların bitirilmesi sebebi olmuştur. Salgın hastalıklar esnasında beslenme, bağışıklık sisteminin güçlü olması gıda üretimine bağlıdır. Gıdanız varsa yersiniz, aksi halde savaşların sebebi ve sonucu olan açlığı giderecek gıdayı paranız olsa da bulamazsınız, bu nedenle Milli üretim şart ve önemlidir.

Salgınlara ve dünyada yayılmasına sebep olan savaşların olmaması ve salgınlardan Ülkemizi ve insanlığı koruması ve sağlık dileklerimle hoşça kalınız (Devam edecek).

Not: Bu yazı  Engin KURT'un Savaşların Sonuçlarını Etkileyen Salgın Hastalıklar, Turkiye Klinikleri J Med Ethics 2010;18(2) makalesinden faydalanılarak hazırlanılmıştır.