Yıllarca halkına ve üvey oğlu el-Kâhir'e hayırhah davranışlarda bulunan Şağâb Hatun için artık, tehlike çanları çalmakta ve başta el-Kâhir olmak üzere bir çok fitne fesatçılar tarafından, kendisine acımasızca tezgâhlar hazırlanmaktaydı.

      Devlet idaresinin başına geldiği günden, ölümüne değin bir çok yeniliğe ve adaletli işlere, vesile olan ve toplum nazarında da muazzâm bir intibâ bırakan Şağâb Hatun'un, oldukça uzun süren saltanat yıllarının en önemli hadiselerinden biri de, yine bu saltanatı sonlandıracak öneme haîzdir.

      Ülkenin yönetiminde, tecrübeleri ve adaletli kararlarıyla el-Mûktedir'e destek olan  Şağâb Hatun'a karşı, yine ülkenin ileri gelenleri muhâlif olmuş ve can pahasına da olsa, bu muhteşem ikiliyi tahtından etme mücadelesine girmişlerdi.

      Bu asilerin başında da ne yazık ki el-Mûktedir'in baş veziri Hüseyin b. Kâsım'ın hıyânet derecesine varan tutumunun, şüphesiz büyük etkisi olmuş ve hâlife el-Mûktedir'i, Munis el-Hadim'e karşı kışkırtmaya başlamıştır ki, bu da, hâlife ve Şağâb Hatun'un aleyhinde verilecek kararların, başlangıcı olacaktır.

      O kadar ki, yine Türk asıllı lider el-Muzaffer lakâbıyla bilinen Emîrül-Ümerâ Munis el-Hadim ( orgeneral rütbesinde ) ile Şağâb Hatun'un, aralarının ciddi bir şekilde bozulması nedeniyle ve el-Kurtûbî'nin aktardığına göre, Mûnis el-Hâdim'e, Şağâb Hatun'un kendisini öldürteceğine dair haber ulaştırılır.

       Bu haberler üzerine korku ve dehşete kapılan  Mûnis el- Hâdim, Valide Sultan'ın gazâbında kurtulmak ve hem de kendini güvence altına alabilmek için, Bizans sınır boylarına doğru kaçmaya çalışır, fakat bir yandan da hâlifeye baş kaldırmak için fırsat kollamaktadır.  

      Aradan geçen zaman zarfında, bir şekilde bu fırsatı yakalayan Mûnis el- Hâdim, gerçekleştirdiği darbe ile hâlife el-Mûktedir, Şağâb Hatun ve kardeşi Teyze Hatun'u yakalatarak, akîbetleri meçhûl bir halde zindana hapseder.

     Ağır baskılarla kadı huzurunda, hilâfetten el çektirilen el-Mûktedir'in ardından, saray tamamiyle kuşatılmış ve hatta Mûnis el- Hâdim'in adamları Şağâb Hatun'un üzerine dahi yürümüşlerdi, fakat daha da acısı Mûnis el- Hâdim'le işbirlikçi olan el-Kâhir'de “ el-Kâhir Billâh ” lâkabıyla, hâlife olarak başa geçmişti.

       Fakat her ne kadar ihtilâlin boyutu oldukça büyük olsa da ve, çapulcular Şağâb Hatun'dan o günün değerinde 500.000 dinar gibi yüklü bir meblâğ gasp etseler de, bir süre sonra bu haksız müdâhale ciddiyetini kaybetmiş ve yağma-talan haline dönüşmüştür.  

       Bu arada hangi safa geçeceğini şaşıran el-Mûktedir'in kendi askerleri ise, el-Hâdim'den maaşlarını istediklerinde, olumsuz ve ters cevap alınca, öfkeye kapılarak “ Yâ Muktedîr ”diye bağırmaya başlarlar ve galeyâna gelerek, hâlifelerini ve diğer tutsakları kurtarırlar.

      Bu imkansız gibi görünen kurtuluş hikâyesinden sonra, yeniden hilâfetin tacını giyen el-Mûktedir ve annesi Şağâb Hatun, olayları daha fazla tırmandırmamak ve Bağdât sokaklarının kan gölüne dönmemesi için, son derece bilinçli bir şekilde duruma el koyar ve ihtilâlci askerlere dokunmadığı gibi, üvey oğlu el-Kâhir ve Mûnis el-Hâdim'i de affederler.

       Dolayısıyla Şağâb Hatun için bu ; her ne kadar pasif atlatılmış bir hadise gibi görünse de, aslında ilerisi için tehlikenin boyutunu açıkça gösteren bir vak'a idi.

       İşte bu alî-cenâplığının cezasını fazlasıyla ödeyecek olan Şağâb Hatun, aslında bu kararıyla bir anlamda kendi sonunu hazırlamıştı, çünkü el-Kâhir için bu affedilme, kesinlikle bir nedâmet vesile olmayacak, sadece yeni bir suistimale hazırlanabilmek için bekleme süreciydi.

       Sebebine gelince, uzun sürmeyeceği her halinden belli olan bu sulhun akâbinde, Mûnis el-Hâdim ile yeniden araları açılan el-Mûktedir'in, ne yazık ki bu kez şansı yaver gitmeyecek ve aralarındaki husumetin neticesinde, ileri derecede bir düşmanlık hasıl olacaktır.

       Önceki ihtilâlin sonrasında hem maddi hem de manevî anlamda acz içine düşen el-Mûktedir'in, Mûnis el-Hâdim'e direnecek gücü kalmamış ve son çare olarak annesinden yardım ister hale gelmişti, fakat  maalesef artık ona annesi de yardım edemezdi, çünkü Şağâb Hatun'un zindanlarda hapis olduğu dönemlerde, aç gözlü el-Kâhir ve el-Hâdim bütün mal varlığı ve servetine el koymuşlardı.

       Neticede başka bir seçeneği olmayan el-Mûktedir, elinde Kur'ân-ı Kerim, üzerinde Hz. Peygamberin cübbesi ve birkaç çapulcuyla beraber Mûnis el-Hâdim'in askerlerinin üzerine yürür, fakat el-Mûktedir'in güya yanında yer alan başı bozuk takımı, el-Hâdim'in askerlerinin keskin kılınçlarını görünce, hâlifelerini oracıkta bırakıp, her biri bir yana kaçışırlar.

      Akîbet malûmdur, öyle ki Mûnis'in askerleri arasında kalan el-Mûktedir ;

- Yazıklar olsun ben sizin hâlifeniz değil miyim ?..diye bağırmasına rağmen, bir askerin ensesine indirdiği kılınç darbesiyle, can verir ve kellesi yere düşer.

      Hırsını alamayan Mûnis'in askerleri, daha da ileri giderek kesik başı bir mızrağın acuna takıp, lanetler okurcasına naralar atarak, Mûnis el-Hâdim'in huzuruna gelirler.

      Fakat ne gariptir ki bu kez Mûnis, el-Mûktedir'in kesik başını mızrağın ucunda görünce, olayların bu noktaya kadar tırmanmasına ve bir zamanlar kendisine merhamet eden insanın bu derece hunharca öldürülmesine, taraftar olmaz ve askerlerine hışımla;

  - Size yazıklar olsun, Allah'a yemin ederim ki, ben böyle yapmanızı emretmemiştim, lanet olasıcalar hepinizi öldüreceğiz !..diyerek, öfkesini dile getirir.