O, birdir, birliktir, eşi ve benzeri yoktur, ölüden diriyi diriden ölüyü çıkarandır…

 Uçmak kuşlara verilen bir haslettir. İnsan yapsa yapsa onlardan kopya çekerek uçakları ve modern hava ulaşım araçlarını yapabilirler. Yalnız o araçlar ne şekilde gelişirse gelişsin insani özellileri taşıyamazlar. İnsan sanatkârdır. Kendisine bahşedilen akıl melekesiyle dünün insanın düşünmekte bile zorlandığı birçok şeyi başarmış, yalnız ruhunu verememiş ve veremeyecektir. İcat etmek ‘halk’ etmek değildir. Mevcut olanları toplamak, bir araya getirmek, ayrı eşyaları bir araya getirerek yeni bir ürün, bileşke ortaya koymaktır.

Hammadde ezelde var edilmiştir. Güneşin, o’nun varlığını şavkıyla ortaya çıkaracak, yeni bir eser ortaya çıkarmak isteyene ‘ben buradayım’ diyecektir. Maddeyi yaratan O, güneşi yaratan O’dur. Bu yoktan var edişte ikircilik yoktur. Yarış olmamış, olamayacaktır. Bu ne ırklararası, ne renklerarası ne kıtalararası bir maratondur. Yarış, yaratılmışa yararlı icatlar, verimler ortaya koyarak, yoktan vâredenin direktifleri doğrultusunda doğru rotayı bulmaktır.

Renkler ve zevkler varoluş gayesi anlaşılınca önem ve ehemmiyetini ortaya koyacaktır. Kuytu köşeler, dar sokaklar, kimsesiz sanılan ıssız vadiler, görünüşte kimsesiz gibi olsalar da kimsiz değillerdir. Simsiyah bir gecede simsiyah bir taşın üstünde yolunu bulan karıncanın telaşının bir gayesi vardır elbette. İzbelerde yaşayan, bakmaya, seyretmeye bile tahammül edemediğimiz, küçüklü büyüklü varlıkların yaradılışını anlamaktan aciz olsak ta, sayısız hikmetlerinin olduğu inkâr edilemez bir gerçektir.

Yarış, yoktan vâredicinin insan motoruna yerleştirdiği atom çekirdeğinin hacmi ve etkisi kadar olmalıdır. Karıncanın içine onca hayat fonksiyonlarını yerleştiren, koca bir çınarı küçücük bir çekirdeğin içinde saklayanın gücüne ve yoktan vâredişine karşı olunca, asıl, mana ve ehemmiyetini kaybedecektir. Ata semer vurmakla eşek, eşeğe de eğer vurmakla at olamayacağını kavrayabilecek kadar zekâ pırıltısına sahip olan insan hünerini, bu doğrultuda ortaya koymalıdır.  Sanal merceklerle ve sınırlı gözlerimizle görebildiğimiz en küçük zerreciklerin devlere karşı pehlivanlığı neyse, bizlerinde pehlivanlığı öyledir akıl erdiremediklerimize. Pehlivanlığın dizginlerimi tutmamızla şahlanacak, salıvermemizle yaşam sırçası param parça olacaktır.

Eskilerin yapmış olduğu sanat eserleri vardır. Mükemmel yaratılışlarından esinlenerek kendilerinden mükemmel yaratana atiye olsun, hediye olsun, şükür olsun, ibadet olsun diye, ortaya koydukları… Bu şaheserler bu günde o haşmet ve cehaletini koruyorlar ayakta durabiliyorlar bir şeyler söyleyebiliyorlarsa, yapılış gayesinden aldıkları ilhamla söylüyorlardır. Siz, inansı andıran bir heykelin başka bir sanat eserindeki sıcaklığı verdiğini gördünüz mü hiç?!.. Belki unutulmaması için, anı olsun diye sevdiklerimizin suretlerini saklarız bir yerlerde. Onlara baktığınız zaman içiniz ısındı, özleminiz hasretiniz biraz olsu dindi mi? yoksa boğazınızı bir boz armut gibi tıkanıp, nefes almanızı zorlaştırarak hayat mücadelenizi elinden alma girişiminde mi bulundu!?..

“Sanat sanat içindir” sözü, asıl sanatçının sanatına teşekkür mahiyeti taşıdığı ve vermiş olduğu akıl melekesini nasıl kullandığını göstermek için yapıldığı zaman mana ve ehemmiyetini gösterecektir. Birde enbasidinden de olsa maket aslın yerini hiç tutmayacağını ve esintinin asıl rüzgârın sadece habercisi olduğunu fısıldamaktan başka bir şey olmadığının sergilenmesi olmalıdır asıl gayemiz. Biz toplayıcıyız, o, dağıtıcı. Biz dilenciyiz, o, verici. İstemesini bilene… Sanatkâr olmak yüce bir duygudur. Hele ne anlama geldiğini bilmek, duygudan da öte bir vurgudur. Duygu vurgulandığı, vurgu da duyguyla kucaklaştığı zaman, o eseri ortaya koyanda koyduranda ve o esri seyredende ondan haz alacak zikrini artıracaktır.

Zikir, gecenin kimsesiz zamanlarında post üzerinde sabahlara kadar tesbih çekmekten ibaret değildir. Asıl zikir, çekilen tesbih sonunda topyekûn bir kitleye hep bir ağızdan Yaradan’ın sırrına mazhar olmak için haykırma bilincinin aşılanmasıdır. Aşı tabii olunca sonuçta tabii olacaktır. Sünni aşı, dünü kurtarırken yarını mahvetmekten başka hiçbir işe yaramayacaktır. Mesele ne post kavgası nede dost kavgasıdır. Dost dostla olsa olsa postun üzerine kimin önce oturtulması için verilen mücadeledir. Kim hünerli, kim becerikli, kimin aklının ışığı bir an önce etrafını aydınlatacaksa, postun üzerine önce o oturtulmalı, daha henüz zamanı gelmemiş olanda olgunlaşmasını beklemelidir. Hırçınlaşmadan hinlik, hainlik sevdasına kapılmadan…

Memleketler beldeler, renler, ırklar, zevkler, ayrıcalıklar değil tanışıklıklar olsun diye yaratılmıştır. Ulaşım araçları, havada, karada ve denizde nasıl ki ahşaptan madenden vs. farklı maddelerden elde ediliyorsa, insan da tornadan çıkmış bir vaziyette olmayacaktır. Bunun hikmeti ve sırrı bu taşıtları icat edenler tarafından biraz anlaşılmaya çalışılsa da yaşantısını sadece midesini doyurmaya endeksleyenler tarafından bi hayli zor olacaktır. Gerçi onların da öyle bir telaşları olmayacaktır. Düşünmek isteyenlerle düşünmek lazım, sorumsuz ve sorgusuz yaşamak, hiçbir merci ve makam tarafından ne yaptığı konusunda sorguya çekilmeyeceği garantisine sahip olmak, bir üstünlük müdür…

İnsanların yemesi ve yaşamlarını devam ettirmesi için hizmetine verilen varlıklar,  ne zaman ve ne şekilde bir insan tarafından telef edileceğini bilmeden ve hangi hakla canına kıyılıp midesine indirileceğini düşünmeden yaşamaları onlara bir üstünlük sağlar mı!?.. İstediğim şekilde hayatımı yaşarım demek için şehir hayatı emin ve güvenli bir yer midir?..  İnsanlar doğal yaşamdan şehir yaşamına, dağınık yaşamdan toplu yaşama geçmekle kendilerine nasıl bir düşmanlık yaptıklarının farkındalar mı!?.. Bir dağ kulübesinde yaşayan insanın pencereye,  perdeye, döşemeye ne kadar ihtiyacı olabilir!?.. Hele bitmek ve tükenmek bilmeyen envai çeşit faturaların ödenmesi gibi bir kaygısız olabilir mi!?.. Sahi sadece bankasız yaşamak bile hürriyetin ta kendisi değil mi?..

Parayı bulan Lidyalılar, insanlığa ne kadar kötülük yaptıklarının farkına varmış mıdırlar?.. Elektriği icat eden Edison taşlanmalı mıdır taçlanmalı mı!?.. Olay, tamamen nereden baktığına bağlıdır. Elektrikle yapılan hizmetler, insanlık uğruna daha güzel şeyler icat edilmesine vesile olursa iyi aksi halede kötüdür. Peki, karanlıkları istirahat, gündüzleri de çalışmak için yaratılanın vâredilişine karşı bir başkaldırışımıdır bu yazıyı tersinden okumak, oda olaya bakış açısının içinde gizlidir. İslami kesimde darbi mesel haline gelen şu Edison'un cennetlik cehennemlik olduğu yönündeki tartışma da bu dilemma’nın iki ucunda saklıdır…

Ben uçaktan bakınca yer kürenin çok fazla büyük olmadığı kanısına vardım. Ondurt veya on beşinci katlardan bakınca da kocaman insanların cüce, dev gökdelenlerinde heceden başka bir şey olmadıkları kanısına vardım. Bakış ve görüş ayrıcalığı da bu olsa gerek. Açlıkla imtihan olan insanlar için şekerden bahsetmek nasıl abesle iştigalse, başıboş oldukları vahametine kapılan insanlarında başıboş olmadıklarını kabullenmeleri o kadar zor olacaktır. Oysa bedenleri için kullandıkları aklın küçük bir bölümünü bile olsa ruhları için kullansalar, kendi kendilerine “madem istediğim gibi yaşayacağım öyleyse topluluğun içinde işim ne” diyecek, kendi doğal yaşamına geri dönüverecektir ki o da hiçbir zaman arzu etmediği bir şeydir.

Biz kavgayı mı severiz yoksa kavga bizi mi?..  Kavgasız bir hayat mümkün olmadığına göre bu soruyu her aklıselim sahibinin düşünmesi lazım?!.. Zira her ne kadar yeni urbalar giydiğimiz zaman-hele iskeletimiz fazla kilometre yapmışsa- kendimizi ne kadar yakışıklı, eşi ve benzeri olmayan insan olarak görürken, üryanken kendimizin diğer yaratıklara göre hiç de o kadar güzel olmadığını anlayacak, asıl özelliğimizin akıl denilen kara kutumuzdan kaynaklandığını kavrayacağız. O kara kutu ki tüm şifrelerimiz onda saklanmış onda gizlenmiştir. Kara kutunun bozulması ya da bozuk kara kutuy'la piyasaya sürülmemiz, tüm haşmetimizi yerle yeksan edilecektir. Kara kutun yoksa rahatsın… Sorgusuz sualsiz yaşayabilirsin. Tercih edebilir miyiz acaba ya da onların yerinde kaçımız olmak ister ki!?..

Savaşımız önce kendimizle sonra kendimizi hedefimizden caydırmak isteyen ötekisiyle olmalıdır. İçimizi temizlemeden çevremizi temizlememiz fayda vermeyecektir. İçimizdeki mikrobun zararı yakın tehlike iken, dışımızdaki mikrop uzaktır. Kolsuz kahramanın düşmana olan hıncı ve üstünlüğü neyse, içimizdeki azgınlığı bastırmadan dışa karşı saldırmamamızın neticesi ve kahramanlığı da o olacaktır. Asıl savaşımız içimizdedir. Nitekim ilk savaşan Habil'le Kabil kardeştiler. Tüm elçiler gönderdikleri kavimler tarafından dışlanmış, türlü badirelere maruz kalmışlardır. Düşman içtedir dost içte… Aynı bedende yaşayan ikizlerdir onlar. Aynı cana takılmış iki ayrı heves, aynı ayağa hizmet etmeye çalışırken farklı düşündükleri için farklı istikamete çeken iki ayrı hizmetçidirler...

Ayrılık ve ayrımcılık hedefe varma ve hedef gözetmeksizin hayatın farklı ve şaşırtıcı nimetleri arasında yok olma, gark olma ayrıcalıklarında gizlidir. Toprak, içine aldığı tohumu kendinden ilave ettiği motiflerle alımlı bir kadın edasıyla sunarken efendisine, çorak, öyle bir sunum zahmetine katlanma zahmetine bile katılma eğiliminde gözükmemektedir. Toprak anaç, çırak kıraçtır. Aslında her ikisi de emrolundukları doğrultusunda hareket etmektedirler bilerek yâda bilmeyerek. Oysa kıraç, çorak olmadan elde ettiği gökyüzü sularıyla tutabilseydi kendinde tutunmaya çalışan üç beş çalıyı, çorak olmayacak, sahibini gözünde değerini kaybetmeyecekti. Sahibi onun niye atmış olduğu tohumları zinetleyerek birkaç misliyle kendisine iade etmediğine kızmamaktadır. Onun kızgınlığı gökyüzü damlalarını iyi hesap edip çalılarını kurutmadan tutma ve böylece hem yeşilliğini hem de yeni yağmur damlalarının gelmesini beceremeyişindendir. sarmak ayrı bir erdemdir. Elde olanla ayakta kalma, kendi yağınla kavrulabilme becerisi, öyle yabana atılacak hasletlerden değildir. Ölüyü dirilten toprak, dün insanı kendinden harç yapıp salarken arzın endamına, bu gün onun hayatta kalabilmesi için türlü nimetler vermekte, kendinden olan insana izzeti ikramda bulunmaktadır. Toprak evladını unutmamıştır, onunla olan bağlılığı ilelebet devam edecektir. Çorağın bir anlık gafleti ve dalgınlığı onu öz evladının gözünden düşüren, terk edilen ana konumundadır. Evlat atasını bir andık gafletinden dolayı tanımamaktadır. Kıraç sahip olabilseydi kendinde vârolana, bu uzlete bu yalnızlığa dur diyebilir miydi acaba?!.. Onun çorak olmasında tek suçlu kendisi mi yoksa hayatın kanunu mu suçludur buda bir başka sorudur?  Çorağı görmeden kıraç’ın, kıracı görmeden de sulağın kıymetini anlamamız mümkün değildir.

Biz neyi doğru düzgün anlayabildik ki. İçinde bulunduğumuz hayat sarayına lodoslamasına dalarken, buranın bir sahibi olabileceğini aklıma getirme zahmetine katlanabildik mi ki? Düşünmek bizim işimizde, işimizi yapıyor muyuz acaba? O işimizden başka daha ne çok işimiz var bir bilebilsek!.. Midemizi patlatacak şekilde yememiz, geceyi gündüze karıştırarak uyumamız, şehevi arzularımızın gemini kırarak bir korsan gibi gördüğümüz her gemiye saldırmamızdan fırsatımız oldu mu ki asıl işimize dönebilelim?!.. Herkesin akıllı olmamızı istemesinden aklımızı başımıza almamıza zaman kaldı mı dersiniz. —Akıllı olmak, cebi doldurmak, güzünün alabildiğine saldırmaktır.- Öyle nerden geldim nereye gidiyorum, diye oturup düşünmek, ancak mısırgalara yakışır. Yakışanı değil yakışmayanı yapmalıyız. Düşünmek, taşınmak başkalarına, yapmak bize düşer…

İşimiz aksiyon, yolumuz kısa hedefimiz büyüktür. Dala kuşun konmasını beklemek zaman alacaktır. Önce dalı, sonra ağacı kökünden kesmeli, konmak için gelen kuşları havada avlanmalıyız. Ya başkaları gelir saltanatımıza göz diklerse… Yenimiz dar elimiz uzundur. Uzun eli, kısa yenin içinde tutmalıyız… Nefes alıp vermelerimiz, soluklanmalarımız hep bir saltanat uğruna olmalı, yaşam gailesi her tarafımızı sarıp sarmalıdır. Hamasi nutuklar bizi bildiğimiz yoldan şaşırtıp asıl benliğimize döndürmesin. Zira o yol meşakkat yolu, o yol dağ bayır, o yol kimsesizleri yoludur. Bu yolun sonundaki gülistanlıkta bir hayal mahsulüdür. Sen dağ bayır aşma zahmetine katlanmamalısın. Doğru söylediğine inansan dahi, kalbinin seni götürdüğü yere aldanmamalısın. Madem o yolun nurunu peşinen göremiyor paslı gözlerin, onları fazla yormamalısın. Gözünün pasına sakın dokunma, o, onların şiarıdır, görüntüsü, kudret sürmesidir. Silme sürmelerini, zorlama göz kapaklarını, gerçeği görmek için sakın açma daha fazla gözlerini!... Gördüğünle yetin. Birkaç tepe ilerdeki ırmaklar, huriler, güller gülistanlıklardan sana ne... Sen hemen şuracıkta gördüğün dünya nimetine, o mübarek gözlerini sakın kapama!..

Uyumak sana yakışıyor, uyutmak ona, o senin içindeki sen, seni sana bir bırakırsa, sakın aldanma. Zor onlar… Kolay dediklerine bakma… Bulunca alacaksın, görmezlerse çalacaksın, daha olmadı dalacaksın, işte yaşam bu. Yol uzun, hayat kısa, nefesini iyi ayarlayacak olaya son noktayı koyacaksın. Patika yollar, sana değil başkalarına, rahmet damlaları sana değil kurak çölleredir. Sen suyun başındasın susuzda olsan içeceksin suluda. Elinin uzandığı seninde olsa alacaksın olmasa da. Dilinin döndüğü uysa da söyleyeceksin uymasa da. Dert orda derman burada… Aşk ordaysa ferman burada. Sen fermanı dinleyeceksin… Aşkın yolu uzun. Sen kargayı dinleyeceksin bülbülün lisanı hüzün. Tan tan tan, nerden çıkarsa çıksın vatan. Nerden gelirse gelsin, sana veren, seni doyurandır atan. Ona kulak asıp, ona güveneceksin, ondan medet umum, ona dileneceksin…

Efendi olmak sana değil ona yaraşır... Sen bir koşu su getir beyine, ateşini söndür, bekle başucunda, artandan sende istifade edersin. Boz bulanık dağlardan yeraltından sular çıkarıp kıraçlara ağaç dikmek neyine. Senin vatan millet diye tan tan edenler neyine. Efendinden kalan su senin, ekmek senin. Sen eski, sanki var mıdır bedenin… Yolu uzatma, bulduğun kapıyı da kapatma… Bulmuşsun bir kapı, sakın elinden bırakma sapı, nasılsa sap sende olduğuna göre tuttuğuna değer verilecek kazandan artan kırıntılardan sana da verilecektir. Ayrılıkçı olma, iki ayağının olması koşmanı, düşünen bir vatlık olman da düşünmeni sağlamasın sana…

Niye niçin düşüneceksin, senin yerine düşünen, kafa yoran birileri varken. Hazır ekmek kapısı bulmuşken tepmek niye, bir lokma ekmek bulma garantisi varken fazlasını bulmak ihtimaline heveslenmek niye… Yol uzun ömür kısa, dayanmak için nefes lazım yokuşa, önün düzlük arkan düzlük ne fark eder sanki ha yazlık ha güzlük. Ölümlü dünyada ölüm, yalancı dünyada yalan mı bitecek?.. Ayrılırsan bulunduğun mevziden, bakarsın oda yitecek… Kuşlar uçup ta dağ bayır ne yaptılar. Büyük 

Becermek, lokma umanlar küçüğüne taptılar. Tapılacaksa madem, badem varken niye âdem!.. Düşünmek hem zahmettir hem de züldür. Azın bileşkesi küldür…

Hz. Musa Mısır’ın bir olana eş koşanlarını doğru yola çağırmak, karanlıktan aydınlığa çıkarmak için gönderilmişti.  Dedesi Hz. Yakup’un oğlu Hz. Yusuf’un, çalmış olduğu maya tutmuş, İsrail oğulları günden güne çoğalmaya başlamıştı. Mısır’ın yerli halkı olan Kıptiler ve hükümdarı Firavun bu durumdan şikâyetçiydiler. Bir gün kâhinlerden birisi Firavun’a, İsrail oğullarından dünyaya gelecek bir erkek çocuğun saltanatını yerle bir edeceğini söyledi. Kendinden başka ilah tanımayan Firavun o günden sonra İsrail oğullarından dünyaya gelecek olan tüm erkek çocukların öldürülmesi fermanını imzalayarak uygulamaya geçirdi. Her zaman olduğu gibi yoktan var edici sunni tedbirleri bertaraf edecek, hayatın akısının önündeki engellemeleri basit bir şekilde ortadan kaldıracaktı.

Musa, annesi tarafından ilahi ferman gereği Nil nehrine bırakılmış ordanda bizzat ezeli düşmanın annesi tarafından sarayda koruma altına alınmış annesinin de sütannesi olarak saraya alınmasıyla hayat akısını tamamlayarak aşama kaydedilmekteydi. Firavun’un tek olana şirk koşmasının zamanı çoktan gelmiş, yok tan var edecinin “ol” deme saati başlamıştı. Firavun, harici düşmanlarıyla uğraşırken yanı başında geleceğini hazırladığının farkında bile değildi. Çünkü öyle buyuruyordu yaratan “Onlar kördürler göremezler, sağırdırlar duyamazlar, tat dırlar konuşamazlar.” Musa, diğer elçilerde olduğu gibi gün gelip bu azgınlığa “dur” demeye başlayınca, tarih tekrar edecek, Saltanat babalarının isyan çığlıkları baş gösterecekti. Tek çare, onu dinleyecek kulak, görecek göz, takip edebilecek yüreğin olduğu yerlere girmek, böylesi insanlarla yaradılış maksadına uygun eylemler içinde olmaktı.

Musa yaratıcısıyla TUR dağında başladığı halvet seansları sonrası onca azgınlığa rağmen kendini dinleyecek bazı seçkin insanlara hakikatleri anlatmaya ve onları doğru yola çağırmaya başladı. Hakikat ve onun uygulayıcıları her zaman az olacaktı ve öylede oldu. Hz Musa, yine günlerden bir gün İsrail oğullarına ilahi buyrukları anlatırken kendisine ondan daha iyi ilim ve hikmet sahibinin olup olmadığı sorulunca oda;  “hayır, yoktur”  cevabını verdi. Hz. Musa'nın bu cevabına karşı yaratıcı kendisinden daha fazla ilim ve hikmet sahibi bir kulunun olduğunu Hz. Musa’ya bildirdi. Yaratıcı, Musa'ya iki denizin birleştiği yerde kendinden daha fazla ilim ve hikmet sahibi Salih bir kulunun olduğunu söyledi. —Kızıldeniz'deki Akabe Körfezi ile Süveyş Kanalı'nın birleştiği bölgedir.-  Bunun üzerine HZ. Musa yanına genç hizmetçisini de alarak bu Salih kulu aramaya koyuldu. Salih kulla Salih elcinin buluşmasından sonra geçen maceralı yolculuk eskilerin “hikmetinden sual olunmaz” ifadesiyle taşı dediğe koydukları, yenilerin ise, bilinçsizce “şu gariban’ın ne günahı var ki Allah ona bu durumu reva gördü” sualinin apaçık bir yanıtıdır.

İlk önce yaratıcı elçisini cilveli bir başlangıçla Salih kulla buluşturacaktı ve bu cilve Musa’ya salih kulun ilim ve hikmet sahibi olduğunu gösterdi. Olay, elçi ve hizmetçinin yanlarına yemek için aldıkları balığın iki denizin birleştiği yerde kaybolmasıyla gerçekleşti. Musa, genç hizmetçisiyle Salih kulu bulmak için yola revan olmuştu. İki denizin birleştiği yeri geçince yanlarına aldıkları azıkta bulunan bağlın gemideki bir delikten canlandıktan sonra denize kaybolduğunu anladı.  Ve aradıkları Salih kulun geride kaldığını kavrayarak döndü ve onunla buluştu.

Hızır bir yolcuydu. Hz. Musa, kendinden ilmen ve hikmeten ilerde olan salih kula yolculuk esnasında refakat etmek istediğini bildirdi. Salih kul, Hz. Musa'nın beraber yolculuk yapma teklifini, şartlı olarak kabul etti... Hz. Musa’da şartta uyacağı konusunda söz vermesi neticesinde yolculuk başlamıştı. Salih kulların yolculukları bu esas üzere seyrederken Hızır, ilk icraatını yaparak Hz. Musa'nın şartlara uyup uymadığını kontrol etti. Hz. Musa Hızır’ın yaptıkları karşısında şartı çoktan unutmuştu, çünkü Hızır aleyhisselam seyahat ettikleri gemiyi dilerek onun yoluna devam etmesine mani oldu... Ve kaptan gemiyi tamir ettirmek için geri döndü. Hz Musa Hızır Aleyhisselama “ gemiyi içindeki insanların batmaları için mi deldin” dedi…

Hızır Aleyhisselam’ın İkinci icraatı ise sokakta oynayan küçük bir çocuğu öldürmesiydi. Hz. Musa'nın, Hızır Aleyhisselam’ın bu fiiline karşı tepkisi ise “kısas olmadan suçsuz bir çocuğu nasıl öldürdün, doğrusu çok kötü bir iş yaptın” sekindeydi.

Hızır Aleyhisselam’ın 3. eylemi ise kendilerine yiyecek vermeyen ve misafir olarak kabul etmeyen bir köyden geçerken yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultmasıydı Hz. Musa’nın Hızır Aleyhisselam'ın bu 3. eylemine karşı tepkisi ise; “İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın” demesi üzerine Salih kul; Hz Musa’dan neden hikmet ve ilmen daha ilerde olduğunu yaptığı eylemlerin sırlarını bir bir açıklayarak ortaya koydu. Ve dedi ki; gemiyi delmemin sebebi: sahiplerinin gariban olması ve ilerde ki korsanların sağlam gemileri almasına engel olmak içindi. Gemiyi çürüğe çıkarttım. Çocuğu öldürmenin sebebi ise; anne ve babasının Salih insanlar olması, çocuğun ise, büyüyünce kötü bir insan olup onları kötü yola götürmek için eziyet etmesine engel olmak isteyişimden kaynaklandı. Eğik duvarı doğrultmamın gerekçesi ise: altında bulunan hazineyi iki küçük yetimin büyünce almaları için kendilerine zaman kazandırtma isteğimden kaynaklanmaktadır...

Tüm bunlardan sonra Salih kul Hz Musa’dan şu gerekçeyle yollarının ayrıldığını bildirecekti: “Yapmış olduğum eylemlerin arkasında yatan gerçekleri görmediğin den dolayı bana verdiğin söze sadık kalmadığında yollarımız burada ayrıldı.”  O, her şeyi yoktan var eden, tüm yaratılmışların dünü ve yarını tayin eden, çekişmesiz, ihtilafsız tek, yeyağane halikken, tek hecelik, ikicilik, iki heceliktir SABIR…

Abdurrahim KÜÇÜK

 Yayın Tarihi: 26 Mart 2013