Gece ile gündüzün semada buluştuğu bir andı. Tüm gökyüzü griye boyanmaya başlamıştı. Güneş batmaya yüz tutmuş, sadece birkaç ışını ile aydınlık veriyor, ay ise güneşten alıp biriktirdiği ışığı karanlıkta kendini belli etmek için yansıtmaya hazırlanıyordu.

Ağustosun başları olup, sıcağın kendini davetsiz bir misafir gibi kabul ettirdiği bir gündü. Fakat kurallara tam tamına aykırı olarak rüzgâr esiyordu. Ağacın yaprakları beşik edasıyla kucağındaki meyveleri bir o yana, bir bu yana sallıyordu.

O yaz mevsiminden çok, kışı seviyordu. Belki her şeyin son bulduğunu anımsatıyordu. Ölümü, hüznü… Fakat her son bir başlangıç ile taçlanırdı elbet. 

Gökyüzü iyiden iyiye siyahlığı kendine misafir etmişti. Elinde yine bir kitap ile; uzanmış, başka dünyalara yolculuk yaparken bir anda elektrikler gitti.. İlk anda gözleri göremez oldu. Ne etrafı ne de elindeki kitabın içinde yazan kelimeleri seçemiyordu. 

Ne yapacağına karar veremeden birkaç dakika öylece kalakaldı. Geceyi gündüze çevirmiş iken, şeb yine kendine esir etmişti. 

Gündüz ve gece… Farklı diyarlara açılan iki kapı… Hayatta, iki yaşam sürüyoruz. Birbirine zıt, biri aydınlık, diğeri ise karanlık… Birinde etrafımız ses ile dolu olup; sessizlik yaşayarak, diğerinde ise sessizlik hâkim olup; seslere boğularak…

Durup düşünmek lazım ki, gündüz dört bir yanda kendini belli eden sesler; araba, kuş, kedi, köpek, insanlar, çocuk çığlıkları var iken kulaklarımız bunlara alışmış ve sessiz bir gün geçiriyormuşuz gibi hissetmemize sebep oluyordur. 

Fakat ya gece?.. 

Hiçbir şeyin çıt bile çıkarmadığı o anlarda neden başımıza ağrılar girecek kadar çok sesin bize laf anlattığını duyarız? Düşünceler hiç bitmez… Dört bir yanımızdan önceden yapmamızın gerektiği ya da geçmişte yaşadığımız olaylara o anda veremediğimiz tepkiler yüzünden bizi eleştiren, yargılayan; onla da kalmayıp yargısız infaz yaparak bizi sıkıntılara mahkûm etmekte o sesler...

Sessiz seslerle başımız belada!

Perdeyi aralayarak gökyüzünü gözleri ile ziyaret etti. Zifiri karanlığın içinde birkaç yıldız göz kırpıyordu. Bir de ay tombul, yusyuvarlak yüzeyi ile ona dönmüş gülümsüyordu. İstemsizce dudak kenarları kıpırdadı… Tebessüm ile yutkunmak arasında gidip geldi. 

Ah şeb! Her şeyi gizleyen mi, yoksa açığa vuran mısın? Ne idüğü belirsiz düşünceler neden seni beklemekte? Deniz gibi hapsetsen ya her şeyi içine… Ya da bir meşguliyet bul bizlere… Ne zamanki insan kendini dinlemeye başlıyor, o vakit çıkmaza giriyor işte... 

Çocukken oynadığımız oyunun güzelliği gibi kalsaydı keşke her şey… Gündüüüzzz diye bağırdığı zaman öğretmenimiz, yüzümüzü kocaman bir gülümseme ile gösterseydik. Geceeee diye seslendiği zaman ise sıranın üzerinde iki kolumuzu kapayarak gizlenseydik… 

O zamandan beri görünmek istemediğimiz vakit aynı. 

Gündüz ve gece iki ayrı maske,

Sabah olduğu zaman tak tebessümü çık insan içine.

Gece olduğu zaman ise,

As yüzünü sessizliğin sesine, dal düşlere…

İbrahim Tenekeci’nin sözü üzere: “Yeterince gece oldu; artık sessizliği sonuna kadar açabilirsiniz.” 

Hadi bana müsaade…