İçindeki karanlığı yutmadan yazamadığım gece, sonu gelmese de daha fazlasını anlatamayacak olduğum hikâye. Ve benden istenmese de karanlık, bu vedayı yazmam için gerekli kılınmış, zorakiliği olmayan bir anlatının vakti olmuştu.

Bu çaresizlikle karanlığın geç vakti mum ışığında dayamıştım sırtımı duvara. Yanı başımda titreyen mum, bilmem hangi beldenin hicaz makamı ayrılık türküsünü söylüyorken, anlamıştım, gecenin renginin bir tek siyah olmadığını. Fakat anlamış da olsam, değişmemişti mürekkebin rengi. Ben yine kâğıdın üstüne gece rengi bir izle yazmıştım nihayeti.

Ne sonu istemek ne de geceyi hor görmekti niyetim. Bütün renklerimi saymış, bütün bildiklerimi anlatmışken, bu hikâyenin rengini koymuş ve son kez mürekkebim aha bulaşmışken, susacaktım artık. Nun gibi susacaktım üstelik. Vav gibi boynu bükük, baştan kabullü bir emir ile geldiğim dünyaya, nun gibi susarak veda edecektim.

Her şeyin bir ikizi yok ise de, eşi vardı. Ben kâğıt ile kalemi; hasret ile geceyi eş kılan Rabbe en evvelden şükürlü iken başlamıştım bu hikâyeye. Şimdi başladığım vakitte olmasa da o vakitten daha önce, gün sabaha ermeden, yorulan kalbim, seyrekleşen nefesimle yazacaktım. Bütün hikâyelerimi birbirine eklemişken bu son faslı da tamam edip, sonra gidecektim.

İçindeki olanca eksikliğe rağmen en uzun sonu yazmak istesem de vaktim yoktu. Avucumuzdaki buğdayları nimet kıldığımız güvercinler, gözümdeki yaşlarla denizi utandırdığım günler, Kumru’nun kaleminden çıkmış şiirler yoktu sayfalarımda. Ancak ve ancak İstanbul şahitti onlara. Sonrasını, üstünü bir nefret örtmediyse eğer Kumru’nun yüreği de biliyordu ya, yine de onda eksik olan kısım yazdıklarımın en mühimi, benim nun gibi sustuğum fasıldı.

İlk kez hastalanıp gittiğim hastaneden bir daha gitmemeye niyet ederek dönmüştüm eve. Sonrasındaki bütün öksürük nöbetlerim ve ailemin sonu gelmez ısrarları çıkartamamıştı beni odamdan. Kumru’yu görmekten korkuyordum. Yerimde saymama rağmen, benim gitmiş olduğumu düşünen Kumru’nun aslında hiç gitmemiş olduğumu öğrenmesinden ve gel zamanı yüzünden ondan kopacak olmamın hezeyanını üstlenecek olmasından. Gitmeme izin vermemek elinde olmasa da ben giderken ardımda sonsuza değin bekleyen bir çaresiz olmasından korkuyordum. Bencillik insan oluşuma bulaşmış bir leke ise de bunu yapmamış, Kumru’yu kanatları kırık bırakmamıştım geride.

Bir sonraki yola var gücü ile uçması için, evvelin nefret köprüsünden geçmesi gerekiyordu. Kör düğüm gibi susuşumla ben kurmuştum o köprüyü. Ona da yıllardır fasılasız yapıyor olduğu gibi yoluna devam etmek kalmıştı sadece.

Okulu bitirmesinin ardından İstanbul’un çok uzağında bir okula muallime olmuştu. Turna katarlarının izini takip edip, kimselerin bilmediği yahut onun öyle sandığı bir köye çıkmıştı vazifesi. İçerde sobası yanan taş bir eve sığınıp, taşın soğukluğu ile ateşin yakıcılığı arasında kalıyordu. Bu mevsimsiz ayrılığı hiç şüphesiz o da beklemiyordu. Ama yerinde kök salan ağaca, yatağına alışmış suya hükmetmek ne denli imkânsız ise kadere verilen hüküm de öylece mümkün değildi. Kaderine razı bir sabırla kabullenmişti olup biteni. Ve benim vefasızlık gibi görünen gidişimi.

Değil mi ki sabır kabul ile eşti; vefa, gizlilik ile.

Başkişisi kendisinden ayrı düşmüş bir hikâye yazmıştım. Ve hazin bir sonu sanki bana ait değilmiş, gibi iliştirmiştim ardı sıra. Tekririni yapacak kadar bile ömrüm yoktu, biliyordum. Oysaki ben daha yazmadan ezberini yazmıştım tüm bunların. Şimdi evirilip çevrilerek ve ölümle olmasa da ayrılıkla sınanarak bitirmek üzereydim dünya sürgünümü.

Başıma düşmüş en güzel kederim, bin dermana değişmeyeceğim derdimdi Kumru. Bu derdin yaşanmış ve yaşanmamış bütün ayrıntısıyla tuttuğum kaydını, başına düştüğüm künye ve sonuna iliştirdiğim dilsiz nun ile bitiriyorum.

Her ayağa kalkmaya çalıştığımda dağlar gibi devrilişime ve ömürden daha uzun olan hasretime bir kez olsun isyan etmemişken, artık bırakıyorum yanı başıma müsveddeleri. Yazmazsam eğe benimle birlikte yok olacak bu hikâyeyi ömrümden daha uzun tutmak istiyorum. Günün birinde Kumru’nun okuma ihtimalini aklımdan bile geçirmezken her kim okuyacaksa onun gözlerine bırakıyorum satırda kalmış hüznü.

Sonsuz bir mahşer bekleyişine dalmadan önce, çekmeceden Kumru’nun işlediği defteri alıp, belki de milyon kez okuduğum veda şiirini bir kez daha okuyorum. Sonra vav gibi bir asaletle geldiğim dünyadan nun gibi susarak ayrılıyorum.

“Yeminim gündüzlerden çok gecelereydi.
Gece ki, en çok şairlereydi çünkü.
Bir kez daha ant olsun
Kaybettiğime en çok inandığım şu geceye.
Kalemimin gölgesinde,
Bin yıl misafir edecek kadar sevmiştim onu.”