Gözlerimi açar açmaz tam karşımda henüz el değmemiş bir kâğıt gibi renklenmeyi bekleyen duvarı görüyorum. Diğer bütün renklerin kendine özgü oluşunun yanı sıra, beyaz ancak ve ancak başka renklere dönüşmekle yükümlüydü. Ve beyazın yazgısı buydu. Tek başına kazandığı bütün anlamların ifadesi sonsuzlukla çakışsa da, bir diğer renk yok idiyse yanında eksik kalıyordu.

Tüm bu eksikliği doldurmak için ben, karşımda duran duvara beyazın en çok hüküm sürdüğü bulutları çizmek istiyordum. Yahut denizin üzerinde değer kazanan köpükleri. Ve elbette ikisini de mavi ile harmanlamalıydım. Beyazın bütün sonsuzluk değerlerinin mavi ile ortak olduğunu biliyordum.

Serzenişin kavi olan bir bağı daha da çok kavileştirdiğini duymuştum. Ama zayıf bir bağı koparması da muhtemeldi. Üstelik de güçlü bir ihtimaldi bu. O yüzden belki de ellerimin bir fırçayı bile tutamayacak olmasının isyanını etmiyorum Allah’a. Çizmek için yaratıldım ise de ben, bu kavli sadece şimdilerde boşlamıştım.

Kurumuş dudaklarımla, yanıma kadar gelmiş olan hemşireden su bile isteyemesem de, bu kadarlık kudreti bile bulamasam da kendimde, yorgun vücudumdan çekip gidene dek ruhum, çizmek istiyordum. Derdimin yaşanmış yahut yaşanamamış bütün fasıllarını yazmak zor gelse de, çizmek kurtuluş yolu gibiydi. Rutubet kokan odamda yeni bir güne uyandığımda ve kimsenin olmadığı bu yerde yine benden ibaret kaldığımda, çizmemin mümkün olmasa da yazmak için müsaadenin olduğunu anladığımda bu kez neyi yazacağımı düşünüyorum. Titreyen ellerime, üşüyen enseme isyan etmeden, bana verilen şuncacık kudrete gülümsüyorum. Tam da o anda akıl ediyorum neyi anlatacağımı.

Mürekkebine “Ah” bulaşmış kalemimle başlıyorum yazmaya.

İstanbul Üniversitesi, edebiyat müderrislerinden Behram Hoca diye yazılıydı künyemde. Ama ki sol yanımda çetrefilli bir mühür ile adıma eklenmiş ressam sıfatım yoktu şeceremde. Bu yüzden belki de, tam olsa da eksik anılan yanımla açılmıştım ilk kez Kumru’ya.

Ne denli iyi olsa da aramız, ne denli zirvesine “olmaz” karı yağmış dağları kaldırsam da ortadan, isimler silinmiyordu asıl kitabından. Ben hocaydım; Kumru talebe. Kimse bilmese de, talep eden bendim oysa. Bütün ilimlerin nihayetinin aynı yere çıktığını, birbiri ile bağlantısız olan yollarda dönüp dolaşıp tek bir noktada Hakk’a ulaştığını ve aşkın da bu ilim tarlasında en zor fen olduğunu Kumru öğretmişti bana. Bilmiyordu üzerimde ve yüreğimde ne büyük hakkı olduğunu. Ben ise biliyor olduğum halde zahiri bir ilmin hocası olmam hasebiyle yani ona öğrettiğim ilim hakkıyla rica etmiştim. Onu çizmek istediğimi söylemiştim.

Çaresiz bir kabul ile boyun bükse de isteğime, kuşça yüreğine düşmüş olan tereddüdü ta o zaman fark etmiştim. O da fark etmişti eminim, bakışlarımdaki seyrimenin, ne cihetten olduğunu. Bu bakışı sadece yüreğine aşk düşmüş birinde görebileceğini, aşkın düştüğü yürek böylesine davetkâr iken geri çekilmenin imkânsız olduğunu o da fark etmişti.

Bu yüzden, Kumru’yu ilk kez davet ettiğim zaman resim atölyeme, kilidi üzerinde unutulmuş yasaklı bir kapının cezbi gibi gelmiştim. Kim bilir belki de bu sebeple, ne zorluklarla geldiğim cümle kapısından geri çevrilmemiştim.

Onu daha önce defalarca kez çizsem de karşıma oturtup, kaleme alıp yazdığım bir hikâye gibi çizmeye başladığımda, kıyametin gün batımında kopmasını istediğimi hatırlıyorum.

Çizmek fiili, tıpkı yazmakta olduğu gibi ve hatta en çok yazmak gibi, konuşmak fiili ile yan yana gelemiyordu bir türlü. Aynı anda hem çizip hem konuşmak olanaksızdı. Ya yolundan sapıyordu çizgiler ya da kelimeler yanlış bir anlamın kulu oluyordu. Böyle olmasın istemiştim. Böyle olmasın için de çizerken hiç konuşmamıştım.

Gözüme güneş ışığının iliştiği ve camdan akan suların saydamlaştığı pencere kenarında, adı ile müsemma tıpkı bir kuş gibi olan Kumru, konuşmuştu bu kez. Hemen yanı başında duran sahte karanfil demeti, eline iliştirdiğim ak nilüfer ve başından kaydı kayacak gibi duran gülibrişim oyası örtü ile ne kadar bu dünyadan birine benzemese de, kelimelerin canı ve ağzından çıktığı andaki sıcaklığı şahitti söylediklerine

“Nereden çıktın sen? Öyle çok yabancısın öyle çok tanıdık ki bana. Evvelden bir tanışmışlığımız var gibi sanki. Ama benim seni ilk kez gördüğüm merdivenden değil, daha da önceden bir tanışıklık bu. Oysa çok unutkanım. Seni ne zaman tanımışım da şimdiye değin neden unutmamışım diye düşünüyorum. Hiç böyle olmamıştım ben.”

İçimden kopup gelen şey elbette bir inkâr düğümü değildi. Anadan doğma bir saflıkla ben de kabul ediyordum söylediğini. Ama usül gerekliydi. Sormalıydım ki ona, bu tanışmışlıktan tedirgin miydi?

“Kötü mü oldu ki?”

“Artık yalnız çay içmek istemediğimde, kitap okurken aklıma cümle arasında iki hecelik bir isim gelmeye başladığında ve ben her hikâyenin devamını artık kendim yazmaya alıştığımda kötü oluyor.”

İnce bir telaş ile gülümsüyor, derdin bu kadarına daha en baştan şükürler ediyorum. Merdivende, kurumuş dudaklarıma su veren ellerine hiç dokunamasam da, çizdiğim tuvalde rengi henüz kurumamış olan minicik parmaklarını okşuyorum bu kez. Ama ona diyemiyorum ellerinden de tutabileceğimi. Sonra ben onu dinlerken devam ediyor aklındaki düğümleri çözmeye.

“Saat takılı olan kolunda, bileğin ile başparmağının birleştiği yerde küçücük bir çukur var. Hani sen beni güldürünce benim yanağımda da oluyor aynısı. Gamze! Zannediyorum ki o iki gamzeden kalma bir tanışıklık var aramızda. Ama hâlâ karar veremedim ezcümlesiniz yazmaya niyetlendiğim bu hikâyede hangi sıfat ile yer alacağını ve benim ne olacağımı. Garip olan şu ki karar vermeyi de hiç mi hiç istemedim. İlk kez, sadece yan yana yazıldığında, iki ismin birbirine ne denli yakışabildiğini düşündüm.”

Belki de böylesine uzun soluklu bir cümle daha söylese bana, onun değil de benim nefesim kesilecekti ya itirafın bu kadarından sonra susuyor artık. Benim ise ne inkâra ne de apaçık bir kabule gücüm kalmamıştı. Kumru tüm bunları söylediğinin ardından bana, elindeki ak nilüferi bırakıp, başındaki gülibrişim oyalı örtüyü yere düşürüyor sonra. Ve biraz daha yanımda kalmadan, işliğin açık bırakılmış kapısından çıkıp gidiyor dışarıya.

Yıllar sonra o anı yaşarken olduğu gibi yazarken de tutuluyor nefesim. Hikâyenin bu faslını burada bırakmak değil ise de niyetim, yoruluyorum artık. Ve ancak hafızamın haddi ile cebelleştiği günün akşamında yazabilirdim aklımdaki bitmemişin devamını.

Kalem ve kâğıt her ne kadar şartsız bir kabul ile bekleyecek olsa da benim yazacaklarımı, hayat denen serencam bu kadar insaflı değildi elbet. Belki de ben, içindeki yaşamak lütfü ihlâl edilmiş talihsiz bir hikâyenin, adım ressam diye anılsa da, bu yüzden yazıcısı olmuştum.