Kumru’yu tanıdığım zaman ilk değişen şey dilimin lisanı, sözümün imlâsı, tuvalimde oynaşan renklerin cümbüşüydü. Kumru aşktı. Aşkı tanıdığım zaman bende değişen ilk şey, bendim. 

Sırtımda bir kış vakti ayazı gibi soğukluğunu hissettiğim karyolanın demiri, eskilerden bir anıyı sokmasa aklıma, sonra da diretmese ille de yazacaksın diye, yazamayacaktım. Yorgun parmaklarımda kalemi bile tutamayacak kadar hastaydım. Ama yazmalıydım. Yazmazsam eğer hastanenin bu nem kokan odasında, çıldıracaktım. Ensem, çaresiz bir sıkıntı haliyle terlerken bile sırtıma değen metal başlık üşütüyordu beni. Mürekkebi azalmış olan kalemimle ilk noktayı koymadan kâğıda ki nokta gelirdi her sözün en başında, evvela düşünecektim. Başımı ellerimin arasına alıp deniyorum bunu. Yazacaklarımı değil ise de bunca yıl sonra yaşadığım şeylerin gerçekliğini düşünecektim. Pek çok kez olduğu gibi bir kez daha…

Kumru’yu ilk kez gördüğüm merdivenin kuytusundan o günden sonra pek çok sefer inip çıkmış ama onu bir daha görmemiştim. Aynı yerde nefesimin kesilip soluksuz kalmaya bile razıyken hâlbuki ilk karşılaşmadan sonra bir ikincisi olmamıştı. Adından başka hiçbir şeyini sormadığım ve kurumuş dudaklarıma verdiği su ile kurtulmuş olsam da ona bir teşekkürden fazlasını reva görmediğim Kumru, yokluk ülkesine göç etmişti belki de. Ben bu yerlerin yerlisi olduğum için onu kaybetmiştim. Sahi kumrular göç eder miydi? Yoksa onlar da ben gibi yerlisi miydi doğdukları beldelerin.

Daha önce defalarca kez ders anlattığım yahut hiç sınıfına girmediğim bir öğrenci mi, hoca mı, yoksa sadece oraya uğrayıp geçmiş bir yolcu mu? Gözlerime ilişmiş kusursuz suret ile aklıma düşmüş imkânsızlık zorluyordu hissimin sınırlarını. Fakültenin koridorlarında, daha önce hiç geçmediğim sokaklarda, Kız Kulesi’ne nazır iskelede ve hatta kendi resim atölyemde bile Kumru’yu bulmak isteyip de bulamadığımda, acınası bir halde onun gerçek olmayan bir yanılsama olduğuna inandırmaya çalışıyordum kendimi. Oysaki bu ihtimalin karanlığında uykuya her daldığımda, kızıllığında boğulacak olduğum bir lâl taşı giriyordu rüyama. O gün Kumru’nun parmağında gördüğüm lâl taşlı yüzüktü bu. Su götürmez bir gerçeklikle ve içine düştüğüm karanlığı aydınlatabilecek belki de en kuvvetli güç olan, kızıl lâl taşlı yüzük.

Yine bir gün, bir vakit, dışarıda buz kesmiş bir sonbahar vakti, geceden kalma uykusuzluğumla, başımı bir kez olsun yastığa koymamış olan o yorgun kalenderliğimle gitmiştim fakülteye. Kucağımda kitaplarım, ellerimde geceden çizmekte olduğum resmin artık boyaları, rengi tam olarak tutmamış olan lâl taşının kızıllığı. Güçlükle elde edilmiş bir başarının nişanesi gibi gururla taşıyordum parmaklarımda o renkli kirleri. Yine öyle girmiştim sınıftan içeriye. Sarıydı günün rengi, mevsim sonbahar. Sarıya en çok yakışan ve bir edebiyatçı olarak da, ressam olarak da verilebilecek eserlerin tam icra mevsimi olan, sonbahar.

Saygıyla bana bakan öğrencilerime hiçbir şey demeden tahtaya dönüp o an aklıma ilk gelen şiiri yazıyorum.

“En güzel deniz:

Henüz gidilmemiş olanıdır.

En güzel çocuk:

Henüz büyümedi.

En güzel günlerimiz:

Henüz yaşamadıklarımız.

Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:

Henüz söylememiş olduğum sözdür...”

Duruyorum sonra, ince bir merakla sınıfa bakıp, bu şiirin kime ait olduğunu, kimin yazdığını, kime yazıldığını sormak istiyorum. Ve birkaç da cümle istiyorum peşi sıra. Ne demek istediği onca aşikârken, öğrencilerimin ağzından duymak istiyorum tahlili.

Ön sıralarda onca gönüllü varken Nazım’ın şiirini çözümlemek isteyen, en arka sıralardan bir aşinalık çarpıyor gözüme. Daha önce defalarca kez dersine girip, sınıfta saatlerce vakit geçirdiğim, yüzlerini ezberlediğim öğrencilerime olan bir yakınlık değildi bu. Başka bir zamanın gizliliğinden kalma olan bir aşinalıktı. Gayriihtiyarî ona doğru yürümekten alamıyorum kendimi. Ve yıllardır yürümüşüm de sanki yolun sonuna gelmişim gibi bir huzur doluyor içime.

Kumru’ydu bu tanıdık yüz. Kumru’ydu günlerdir göçmen kuşların yollarında durup beklediğim, aradığım, sınandığım. Ne yaptımsa bir türlü bulamadığım. Ama daha bilmeden sevdiğim, o her derde çare olan çaresiz bakış.

Yanı başına geldiğimde gördüğüm siluetin gerçek olup olmadığını anlamak istercesine sağ elinde gördüğüm lâl taşlı yüzüğü arıyorum. Buluyorum da. İçime ferahlık estiren bir kızıllık değiyor gözlerime.  Boynunun altındaki mor halkayı görmüşüm gibi ikna olmuştum. Lâl taşlı yüzüğü olan Kumru’ydu o. Dudaklarım seyrimiş tek kelime edememiştim ya, yine de zarif bir davetle sözün onda olduğunu işaret etmiştim.

“Hocam” diye yakışıksız bir hitab cümlesiyle başlamasa eğer söze, öyle güzel konuşmuştu ki. Sözlerin söylendiğinde nasıl büyüsünü yitirdiğini ve zamanın bütün güzelliklerin üzerinden bir gölge olarak geçtiğini ama ki yaşayacak güzel günlerin olduğunu, illa ki olduğunu, henüz hiç yaşanmamış olduğunu… Daha pek çok şairane cümle ile atlatıvermişti Kumru. Bende yarattığı hayranlığın farkında olarak yerine oturduğunda ise bu sınıfa yeni geldiğini, daha önceden burada olsa onu görmememin mümkün olmayacağını anlamıştım. Oysa aramızda daha önceden tanışmış olmamızın gizli sırrı uzanıyordu. Onca kişinin arasında sormasam da daha sonradan soracaktım. Sual edecektim nereden geldiğini ve neden bu kadar geç kaldığını.

İlk kez edilen merakın ve ilk kez sual edilen sırrın devamının geleceğini, gelmeden olmayacağını öğrendiğimde tam da o yaşlardaydım işte. Yasak meyveyi yemek için meyveden ve o meyvenin ağacından çok bulunduğu iç bahçe merak edilmemiş miydi? Ben Kumru’dan evvel onun daha önce nerede olduğunu merak ediyordum. Neden geç geldiğini, neden geç kaldığını bu gecikmenin hikmetini…

Bunca gecikmişlikten sonra yaşanacak çok güzel bir ömrün olduğunu arzulasam da, geleceğe dair kurulan hayallerin, hep bir tahmin üzerine kaldığını ve tahminlerin ise hiçbir kesinliğinin olmadığını bilmiyordum henüz. Kırkıma yaklaşmış da olsa yaşım, renginin içinde kaybolduğum bir lâl taşı ile Kumru’yu koymuştum, yarına ait olan ilk muhayyilemin sınırlarına.  Kuşların hep anlatıla gelen göç hikâyelerini, boynu mor halkalı bir kumrunun henüz bulamadığı eşini, onu daha görür görmez tanıyan gözlerimin ilk fark ettiği rengi, kahveyi, güzelliğine güzellik katan şehla bakışını… Ve ona ait olan, onunla anılan bütün ayrıntıları.

Tüm bunları yazarken ben,  odama giren hemşireyi değilse de onun parmağındaki lâl taşlı yüzüğü fark etmiştim. Dudaklarıma ilişmiş kederli gülüşü o fark etmese de artık anlamıştım. Manadan öte, madde izin vermiyordu unutmaya. Ve ben yıllardır hangi yaratılmışa düşerse düşsün, Kumru’yu en çok da kızıl lâl taşlı yüzük ile hatırlamıştım.