Karanlığın yatsı vaktinde, günün son borcuna davet okunurken karşı camide, ben başımı gökyüzüne çevirip seyre dalmıştım. Ve güneş ile birlikte sonsuz maviliğe uzanan semanın nasıl uyuduğunu, gözlerini kapattığında adının nasıl da “gece” olduğunu seyrediyordum. Ayın, dolunay değil de hilal olduğu devirde, daha önce fırçama hiç damlamamış olan renkleri çıkartabilecek, hiç yazmamış olduğum cümleleri yazabilecek vakitteydim. Biraz güçsüz ama yapabileceğine çokça inanmış bir haldeydim.

Bedenimi saran bu amansız hastalığa henüz sırtım yere gelmese de yenildiğimi kabul edip, evvelden şartlı bir kabul ile mağlup oluşuma inandığım şu vakitte, kendimi en güçlü hissettiğim anda yazmak istiyordum hikâyemin son faslını.

Bahçeden gelen koku akşamsefasına aitti. Sırtımdan geçip, kalbime doğru inen ürperti ise şu gecenin serinliğinden başkası değildi. Hiç söylememiş olduğum onlarca şiiri yazmak ve sabaha kadar belki de bu hikâyeyi bitirmek için bir tek şey eksikti. Pencerenin eşiğinde boynu mor halkalı bir kumru…

Yıllardır olduğu gibi şimdi de aynı şeyi yapıyor ve tamam olanların yanında eksikleri gözüm görmeden kabulleniyorum. Yatağıma oturup, sırtımı üşüten paslı demire dayandığımda, yazacaklarımın daha en baştan ezberimde olduğunu anlıyorum. Zaman zamanın içinde evrilirken ve her an ömrümün tümüne karşı ayrıcalıklı bir değer ile geçedururken, Kumru’yu çizdiğim ilk vakti yazacaktım bu fasıla.

Benim ona olan tanışıklığımın yeni olmadığını anlamam uzun sürmemişti ama onun beni hatırlaması epeyce zaman almıştı. Ve hatırlaması için uğraşırken, onu en çok andığım şeyi yapmaya, çizmeye devam etmiştim. Sürekli çizmiş, her çizdiğimde onu anmış ve her andığımda ne kadar da önceden tanıyor olduğumu anlamıştım bir kez daha.

Bir kuşluk vaktinde, renklerin en çok da kırılma noktasında olduğu saatlerde niyetlenmiştim resmetmeye. Kıyıda köşede çizeceğim en değerli resimler için sakladığım bütün renkleri çıkarmış, şövalemi denize nazır güzel bir köşeye kurmuştum. Ve ne kadar bilsem de bütün kâğıtların aynı renkte olduğunu, Kumru’yu çizmek için en beyazını aramıştım içlerinden. Acemiliğim çizmekten değil ise de henüz onu hiç resmetmemiş olmaktandı. Ve belki de bu yüzden hevesimin son raddesine kadar geldiğim bir merakın sınırını zorluyor, sanki ilk kez başlayacakmışım gibi bu işe, hiç olmadığım kadar heyecanlanıyordum.

Ellerimin dengesinde bir eksiklik yoktu ama parmaklarıma ilişmiş olan heyecan, beni daha sonra birbirine benzer de olsa onlarcasını yapacağım bu resmin acemisi yapmıştı. İlk kez duvarlarda elim titrerken yansıyan gölgenin şulelendiğini görüyordum. Garip ki, bundan utanmam gerekirken mutlu oluyordum.

Yapacağım işlerin ilki ve en zorundaydı sıra. Renkleri tasnif etmeliydim önce. Öyle ki en çok kullanacak olduğum elimin altında olmalıydı, ararken zorlanmamalıydım. Bakışlarına bin bir rengin benzerliğini yakıştırsam da asıl görünen renge bir isim vermeliydim. Her kadının bir rengi vardı bunu biliyordum ama Kumrunun renginin ne olduğunu bulmalıydım. Şövalenin sabit tutulmuş ayağına başımı dayayıp düşünüyorum tekrar Kumru’nun gözlerinin ne renk olduğunu. Ezberimde yazılı olanların içinden kahverengiyi seçiyorum sonra.

Saçları ne renkteydi peki?

(… )

Epeyce düşünüp yine aynı renkte karar kılıyorum. Kahverengi.

Kumru’ya ait her uzvun her güzelliğin rengini öyle çok düşünüyor, bütün sıfatlarımı unutup bir ressam olarak kafa yoruyorum. Fakat her karar kıldığımda şaşırıyordum kendime. Teni, inci beyazı; elleri, eğer üşümediyse hareli buğday rengi oluyordu. Üşüyünce acınası bir pembelik düşse de avuçlarına, kestirebilmiştim asıl renginin ne olduğunu. Fakat diğer bütün sorularımın cevabı yine aynı kapıya çıkıyor, her düşündüğümde farklı tonda olsa da dilime kahverengi dokunuyordu.

Gözleri nefti gölgeli bir kahve, saçları kahvenin koyusu, kirpikleri yine öyle… Kaşları hangi renk ile karacağımı bilmesem de kahvenin tonlarından biriydi işte. Ve bir kadını kadın yapan uzuvlardan, daha ne kalmıştı ki geriye?

Yorulan gözlerimi dinlendirmek için karşı duvara baktığımda, nasıl günlerce bu kahve deryasının içinde boğuşarak Kumru’yu çizdiğimi hatırlıyorum. Kahverenginin koyusunu, açığını, haresini, bazen hiçbir rengin karışmamış halini, yekparesini… En çok da güneşin saçlarına değdiği yerde oluşan gölgesini nasıl çizdiğimi...

Çizmek dokunmaktı da aynı zamanda. Ona nasıl dokunduğumu, bu dokunuşun ancak ve ancak kıymet bahsinde pahası biçilmemiş birine olduğunu düşüyorum.

Nasıl ki, yıllardır şair olmasam da onu anlatan şiirlerimi kahverengi süslemişse, onu çizdiğim hiçbir resim kahve olmadan olmamışsa, yine aynı şeyi yapıyor, bu fasıla da en çok kahverenginin gölgesini düşürüyorum. Aklıma nereden gelmişse gelmiş, bir ressam üslubuyla Kumru’ya “Kahverenginin Sultanı” demiştim. Bunca şeyden sonra bir tuhaflık yoktu benzetmede. Zira sözün sanatında mübahtı her şey. Ama nasıl yakışmış ise kahve ona, adına da yakışmış; benim gönlümün sultanı olmakla kalmamış, kahveye de hükümdarlık etmişti Kumru.

Adını daha bitmeden koyduğum bu hikâye şahit, çizdiğim bütün resimler, bitirmediğim bütün şiirler şahit ki, bir yazarın kelimeleri sevişi; bir ressamın renklere muhtaç oluşu gibi sevmiştim Kumru’yu. Muhtaçlık evvela tutsaklıkla başlardı, benimkisi ise zorakiliği olmayan bir bağlılıktı. Nasıl ki mavisiz gökyüzü çizilmez; kızıl renk olmadan bir gelinciğin güzelliği resmedilmezse, Kumru’yu öylesi bir ihtiyaçla sevmiştim ben.

Yıllar sonra onu ilk kez nasıl çizdiğimi hatırlamışken ve bu hikâyenin en renkli faslını, soluk bir ışıkla karşı duvara düşmüş gölgemle birlikte yazmışken ben, en güzel hatırlayışı bu akşama bırakıyorum. Sevdikçe resmettiğim, resmettikçe daha da çok sevdiğim Kumru’ya renklerin memleketinden gelmiş de olsam en çok sensizliğin hemşerisiyim demek isterdim şimdi.

Bu fasılda, onun olmadığı bir yerde en çok da ona yaşarken, bin hece ve bin renk ile selam ederek, bütün hasretleri avucuma toplayıp, saatleri vuslata kuruyorum.

Değimli ki, her yaratılmışın asıl kavuşma vakti, yaşamdan sonrasına kalıyordu.