Ramazan gelince bütün sancılarım depreşir benim.

Önce çocukluk sancılarım girer devreye. Çocukluğumdaki iftar telaşı gelir gözlerimin önüne. Sahura kaldırılıp kaldırılmayacağım endişesiyle “sak yattığım” zamanlarım alır beni içine. Hani o “tilki uykusu” denilen uykudan uyuduğum zamanlar... “Ne olur ne olmaz, büyüklerim beni sahura kaldırmazlarsa bile bir bahaneyle uyanmış gibi yapar kendiliğimden dâhil oluveririm sahur sofrasına.” Sanırım bütün çocuklar öyleydi ama benim için o kayısı kurusundan yapılan hoşafların, tereyağıyla yağlanmış, üzerine lor “epelenmiş” mayalı ekmeklerin, bulunduğu sofralar kral sofralarıydı. Hele de diğer bütün zamanlardan farklı olarak sabaha yakın bir zamanda ayrıca bir öğün teşekkül ettirilmiş olması benim için yorumlanması imkânsız manalar içerirdi.

Sabah olunca, gece yediğimiz yemeğin karşılığı olarak akşam vaktine kadar başka bir şey yeyip içmeyeceğimizin sancıları başlardı bu defa da. Zira sahurda babamın; “madem sahura kalktın o zaman bunun gereğini yapacaksın, yarın akşama kadar bir şey yeyip içmeyecek ve seni, bizi ve bütün kâinatı yaratan Allah için oruç tutacaksın” sözlerinin ağırlığı ve sorumluluğu çökerdi omuzlarıma.

Bereket versin ki “tekne orucu” diye çocuklar için tahsis edilmiş(!) bir oruç tutma şekli vardı da ona sığınıp rahatlatırdım kendimi.

Sonraki gençlik çağlarımda ve içinde bulunduğum, Allah izin verir ise eğer hayatımın son çeyreğini yaşadığım zamanlarda sancılarım artarak devam etmekte.

İnsanoğlunun, kendi menfaatleri için icat ettiği birçok adaletsiz, hukuksuz, sevgiden mahrum, içinde merhamet barındırmayan, vicdansızca yapılan uygulamaların sancısı tutuyor beni.

Bir yanda bir lokma ekmeği dahi bulmak için çabalayan insanlar geliyor aklıma, onların sancısı çöküyor tüm bedenime, bir yandan da dünyanın zenginliklerini sömürenlerin kendi yaşamlarını garanti altına almak için icat ettikleri ölüm makineleri geliyor.

Bir yanda kendi rahat ve huzurlarını temin etmek için milyonlarca masum Müslümanın kanına giren kansızlıklar sancılarımı artırırken, diğer yandan Müslüman oldukları halde;  merhametten, vicdandan, sevgiden uzaklaşmış, sadece et ve kemikten müteşekkil bir bedenle  ortalıkta dolaşıp zalimlerin ekmeğine yağ sürmekle meşgul dini imanı para pul olan adam kılıklıların aymazlıklarının verdiği sancılar kıvrandırıyor...

Bir yanda, dünyanın en ücra köşelerinde açlık sancısı çekenler, diğer yanda onlara yardım eli uzatmak isteyen ve bütün dünyalık zevk ve şevklerini elinin tersiyle itip onlara ulaşma sancıları çeken yardım elçileri, adam gibi adamlar dolaşıyor sancılarımın orta yerinde...

Bizim milletimiz Allah’ın izniyle bazı milletlerin düştüğü durumlara asla düşmez. Bir milletin üzerinde bulundurması gereken üç ana haslet olmalıdır. Bunlardan birisi, dini hasletler, diğeri milli hasletler ve üçüncüsü de insani hasletler.

İşte bu hasletleri üzerinde bulunduranlardır sadece kendi sancılarından rahatsız olmayıp kendinden başkalarının çektikleri sancıların da acısını hissedenler. Bu hasletleri üzerlerinde bulundurmayan toplumların ne hallere düştüklerini içinde yaşadığımız tarihi olaylar açık ve seçik bir şekilde göstermektedir bizlere.

Ne mutlu ki iyi insanların yoğunlukla bulunduğu Müslüman Türk toplumu bu hasletleri üzerimizden henüz tamamen atmış değiliz. Vatanımız, inançlarımız ve insanlığımız için yapmayacağımız fedakârlık yoktur.

İçinde bulunduğumuz ve bu Ramazanı da kapsayan, dünyayı etkisi altına almış olan bir küçücük virüsün bizlere yaşattığı sancılar içinde ne mutlu ki bizlere, güzelliklerin doğum sancılarını da çekmekteyiz inşallah.

Mahalle aralarında dolaşan, gerek devletimize ait ve gerekse özel yardım kuruluşlarımız sayesinde hem kendi milletimizden olan ihtiyaç sahiplerine ve hem de ülkemizde misafir ettiğimiz yabancı insanlara edilen yardımlar bizlerin iyilik yapma sancılarının ne kadar kuvvetli, acısına katlanılamayacak sancıların derecesini dindirecek ilaçlar mertebesinde olduğunu gözler önüne seriyor.

Bütün dünya, Türk Milletinin bu süreçte yaptıklarından bahsediyor.

Bu da bana, yeryüzünde yaşayan; gönülleri bir, dertleri bir özlemleri bir mefkûreleri bir olan Türk Milleti’nin, yeryüzüne yeniden adaleti, merhameti, vicdanı ve sevgiyi yaymak üzere görevli olduğu gerçeğini haykırıyor.

Bu durum da beni şahsen,  “Türk Milleti’nin dünyaya yeniden doğmasının doğum sancılarını çekiyor olduğunu düşünmeye sevk ediyor.

İnşallah öyle olur.